2010 yılında Tunus’ta başlayan ve kısa sürede tüm Arap Coğrafyasına yayılan protestolara karşı bölgenin iki büyük gücü olan Türkiye ve İran’ın yaklaşımlarındaki farklılık sürecin gidişatında da belirleyici bir rol oynamıştır. Türkiye protestoların başlamasıyla birlikte Libya’ya Nato müdahalesi kesinleşinceye kadar dış müdahaleye karşı tutum tavır sergilemiştir. Ancak NATO müdahalesinin kaçınılmaz olduğunu anladığı noktada müdahaleye destek vermiştir. Arap toplumlarında yıllardır var olan demokrasi eksikliği, düşük refah ve adaletsizlik gibi sebeplerden dolayı sokaklara çıkan halkların bu yöndeki talepleri Türkiye tarafından istisnasız desteklenmiştir. 2000 sonrası bölgede gelişen demokrasisi ve büyüyen ekonomisi ile ön plana çıkan Türkiye, bu ülkelerdeki demokratik dönüşümlere de “Model” olarak gösterilmiştir. Olayların başından beri halkların yanında net bir tavır alan Türkiye son yıllarda bölge halkları üzerinde artan popülaritesini(yumuşak gücü) kurulacak demokratik rejimler sayesinde somut dış politik faydalara dönüştürmeyi hedeflemiştir. Bu anlamda Mübarek sonrası iktidara gelen Müslüman Kardeşleri hareketinin Mısır-Türkiye ilişkilerindeki politikaları buna örnek olarak gösterilebilir. Yukarıda da değindiğimiz üzere son yıllarda büyüyen bir ekonomi olarak Türkiye için ortadoğu iyi bir pazar olarak görülmüştür. Bu pazarın etkin kullanılabilmesi de bu ülkelerde siyasi istikrar ve serbest piyasa ekonomisinin dolayısıyla liberal kapitalizmin gelişmesine bağlı olmaktadır. Türkiye bu anlamda Arap Baharının iç savaşa dönüşmeden bir an önce halkın talepleri yönünde demokratik rejimlerin kurulmasına imkan verecek şekilde yönlendirilmesi politikasını izlemiştir.
İran ise Arap Baharına Türkiye’nin aksine daha jeopolitik ve güvenlik ekseninde bir bakış açısıyla yaklaşmıştır. 1979 yılında gerçekleşen İslam Devriminden sonra hızla otoriterleşen İran, rejimin devamı ve başka ülkelere ihracı için ABD ve İsrail karşıtlığı üzerinden kurduğu bir siyasi söyleme yaslanmıştır. Bu bağlamda olayların ilk başlarında daha temkinli bir politika izleyen İran, Tunus ve Mısır’daki protestoları demokrasi ve özgürlükleri talepleri olarak değil 1979 devrimine benzer ABD ve İsrail karşıtı bir uyanış olarak değerlendir ve desteklemiştir. Bunun sebebi ilk olarak İsrail ve ABD’ye karşı Suriye, Hizbullah ve Hamas üzerinden kurduğu direniş ekseninin Arap Baharı sayesinde güçlenebileceğine dair jeopolitik yaklaşımdır. Diğer sebep olarak da 2009 yılında İran rejimine karşı toplumsal muhalefetin ortaya koyduğu büyük protestolardır. 2009 yılında Arap Baharındaki protestolara benzer şekilde İran’da halk sokağa çıkmış ve benzer talepler dile getirilmiştir. Bu protestolar rejim tarafında kanlı bir şekilde bastırıldıktan sonra toplumsal muhalefet iyice sindirilmiştir. İran için Arap Baharındaki demokrasi ve özgürlük taleplerinin içerideki muhalefeti tetiklemesinin yarattığı endişe meseleyi ABD ve İsrail karşıtlığının uyanması şeklinde yorumlamalarına sebep olmuştur. Olaylar Suriye’ye sıçramasının ardından bölgedeki en büyük müteffiki olan Esad Rejimin bekası tehlikeye girmiş aynı İran bu sefer protestoları ABD ve İsrail komplosu olarak değerlendirmiştir.
Özellikle olayların Suriye’de düğümlenmesinden sonra arap baharının ortaya çıkardığı yeni durum İran’ın istediğine daha yakın bir ortam yaratmıştır. Suriye’de Esad’a İran ve Rusya’nın verdiği destek protestoları kanlı bir iç savaşa dönüştürürken bu çatışma ortamını fırsat bilen Irak el Kaidesi, Irak’ta ve Suriye’de yayılmaya başlamış ve iki cephenin birleştirildiği ilan edilerek IŞİD (Irak ve Şam İslam Devleti) olarak isim değişmiştir. IŞİD’in ortaya çıkışı İran’ın hem Irak’a hem de Suriye’ye daha çok müdahale edebilmesi için eşsiz bir fırsat yaratmıştır. Bu bağlamda Irak’ta IŞİD’e karşı mücadele için kurulan Haşdi Şabi Irak’taki çoğunluğu İran kontrolündeki şii milis örgütlerin bir çatı örgütü olarak ortaya çıkmış ve Irak ordusuna paralel bir ordu olarak İran’ın çıkarları için mücadeleye başlamıştır. Bu sayede 2010 yılında ABD’nin çekilmesiyle Irak’ta artan İran varlığı IŞİD’le mücadele kapsamında kurulan Haşdi Şabi ile iyice pekişmiştir. Öte yandan IŞİD’in Suriye’de yayılması ve ortaya koyduğu vahşet idaresi özellikle Batı’da Esad sonrasına dair şüpheleri arttırırken IŞİD’le mücadele eden diğer yapıları da meşrulaştırıcı bir işlev görmüştür. Bu bağlamda PKK’nın Suriye kolu PYD Batı’dan büyük destek alarak giderek güçlenmiştir. Suriye’deki ılımlı muhaliflerin yerini IŞİD ve Nusra gibi radikal örgütlerin almasıyla birlikte Suriye’de demokratik dönüşüm umudu yerini radikal islami örgütlerle mücadeleye bırakmıştır. Böyle bir ortam İran için Suriye’de geniş bir hareket alanı kazandırmış ve İran gerek Kudüs Gücü üzerinden gerekse de Hizbullah ve Irak, Afganistan ve Pakistan gibi ülkelerden getirdiği milisler üzerinden Suriye’de sahaya istediği gibi yayılmıştır. Irak’ta ve Suriye’de artan İran varlığı yukarıda da değinildiği üzere İran’ın devrim sonrası geliştirdiği direniş ekseni veya şii hilali politikasını tahkim etmiştir.
Türkiye’nin Arap Baharı sonrası Suriye ve Ortadoğu politikasını iki ana dönem ve bir ara döneme ayırmak mümkündür. İlk olarak 2011-2015 arası bu ülkelerdeki halk ayaklanmalarının desteklenerek demokratik rejimlerin kurulmasını sağlamak için yumuşak güç unsurlarına dayalı ahlaki söylemin ön planda olduğu ikinci olarak ise 2017 sonrası gerek ülke içinde yaşanan gelişmeler gerekse de Suriye iç savaşının yarattığı konjonktür sebebiyle askeri gücün ön plana çıktığı jeopolitik yaklaşım. Bu bağlamda 2015-2017 yılları arası ise bir geçiş dönemi olarak tanımlanabilir. 2011-2015 yılları arasında Türkiye’nin Suriye ve Ortadoğu politikasında şüphesiz çeşitli gel gitler yaşandı ancak özellikle Rusya’nın Suriye sahasında 2015 yılında fiili olarak müdahil olmasının ardından Esad’ın devrilmesi Türkiye açısından birinci öncelik olmaktan çıkmış onun yerine güney sınırlarında yükselen pyd/pkk tehdidi, IŞİD’in saldırıları ve ülkeye yönelen kitlesel göç hareketi almıştır.
2015 yılının Haziran ayında yapılan seçimlerde AKP hükümeti tek başına iktidarı kaybederken ülkede bir süredir devam eden çözüm süreci sona ermiş, koalisyon denemelerinden bir sonuç çıkmamış ve nihayet 1 Kasım’da yapılan erken seçimlerde AKP rekor bir oyla yeniden tek başına iktidara gelmeyi başarmıştı. Haziran seçimlerinden sonra PKK Türkiye’deki bu iktidar krizini fırsata çevirmek istemiş ve Suriye’de Batı desteğiyle IŞİD’e karşı yürüttüğü şehir savaşlarını Türkiye içine yaymak istemiştir. Yine aynı dönemde IŞİD ise Türkiye’ye karşı bombalı saldırılara başlamıştır. 7 Haziran seçimleri sonrasında ülkenin içine girdiği bu şiddet sarmalı gerek içerde gerekse de dış politikadaki ittifakları yeniden şekillendirmiştir. Bu kapsamda kurulduğu günden itibaren milliyetçilikle arasında belli bir mesafe koymayı tercih eden AKP hükümeti MHP ile yakınlaşmıştır. Dış politikada ise ABD karşıtı söylem ABD’nin Suriye’de PYD’ye verdiği açık destek sebebiyle iyice yükselmiştir. İç ve dış politikada bu dönüşüm sancıları yaşanırken 15 Temmuz 2016 tarihinde FETÖ Terör örgütü tarafından girişilen başarısız darbe girişimi Türk devleti için hem içeride hem de dış politikadaki ittifak süreçlerini netleştirmiştir. Öyle ki darbe girişimine karşı batının tavrı ilişkilerdeki zaten bir süredir devam eden güvensizliği pekiştirirken uçak krizinden sonra kopma noktasına gelen Rusya ile ilişkilerde ise yeni bir sayfa açmıştır. İç politika da ise MHP ile olan yakınlaşma artık fiili bir ittifaka doğru evrilerek bu dönüşüm süreci 2017 yılında yeni hükümet sistemine geçişle birlikte hem siyasi hem de kurumsal olarak tamamlanmıştır.
15 Temmuz sonrası başlayan yeni dönemin Türkiye’nin Suriye politikasındaki ilk yansıması ise birkaç ay sonra Suriye’nin kuzeyine yapılan Fırat Kalkanı Harekatı olmuştur. Suriye’ye yönelik bu askeri müdahale Türkiye’nin yeni dönemdeki Suriye politikasının da önceliklerini ve değişen konseptini ortaya koyması açısından oldukça önemlidir. Yazının başında belirtildiği üzere Arap Baharı sonrası halk ayaklanmalarının desteklenerek demokratik rejimlerin kurulması politikası yerini milli güvenliği tehdit eden terör ve kitlesel göç gibi konularda askeri gücün ön planda olduğu önleyici bir dış politika konseptine bırakmıştır. Fırat Kalkanı Harekatından yaklaşık bir yıl sonra ise Afrin’den PKK/PYD’ye yönelik Zeytindalı Harekatı geçekleştirilerek hem PYD/PKK’nın Akdeniz’e inmesinin önüne geçilmiş hem de yeni gelecek kitlesel göç akımlarının bu bölgelerde durdurulması sağlanmıştır. Tabii Suriye’nin Kuzeyine yönelik bu askeri harekatlar 15 Temmuz sonrası Rusya ile kurulan işbirliğinin sonucunda gerçekleştirilmiştir. Dolayısıyla 15 Temmuz sonrası iç politikada siyasi olarak MHP ile kurulan ittifak ve Fetö’cü bürokratların başta güvenlik kurumlarından temizlenmesi ile dış politikada ise Rusya ile artan işbirliğinin Suriye sahasında açtığı alan sayesinde Türkiye iç ve dış politikada milli güvelik odaklı yeni konsepti eş güdüm içinde yürütebilmiştir.
Arap baharı sonrası Türkiye bölgedeki birçok ülkeyle ilişkileri gerginleşmiş hatta bazıları ile kopmuştur. İran ise yukarıda da değinildiği üzere Arap Baharının yarattığı çatışma ortamını fırsat bilerek Irak, Suriye, Lübnan, Yemen hatta Filistin’de gücünü tahkim etmiştir. Türkiye her ne kadar 15 Temmuz sonrası yeni bir dış politika konseptine geçmişse de bu yeni konsept ABD başta Batı ile ilişkileri daha da gerginleştirmiş ve ekonomik açıdan ülkeyi bir darboğaza doğru itmiştir. Öte yandan Türkiye bölgenin tek batı tipi demokrasisi aynı zamanda ekonomisi diğer bölge ülkelerinin aksine petrol ve doğalgaza dayanmayan bir ülke olması sebebiyle yıllardır ekonomik ambargolara maruz kalmış anti demokratik ve ekonomisi petrol ve doğalgaza dayalı bir İran kadar bu çatışma ortamından fayda sağlayamamaktadır. Aksine Türkiye için istikrarlı ve güvenli bir Ortadoğu bölgenin en büyük sanayisi olması sebebiyle büyük bir Pazar olarak görülmektedir. Dolayısıyla Türkiye her ne kadar askeri güce dayalı yeni dış politika konseptini devam ettirse de bunun devamlılığı için bölge ülkeleri ile ekonomik ilişkilerini geliştirmek mecburiyetindedir. Bu kapsamda Türkiye Arap Baharı ve 15 Temmuz sonrası ilişkilerinin koptuğu veya kopma noktasına geldiği İsrail, Mısır, B.A.E., Suudi Arabistan ve Irak gibi bölge ülkeleri ile son dönemde ilişkilerde yeni bir sayfa açmıştır.
Arap baharı sonrası Ortadoğu’da Türkiye – İran rekabeti gittikçe sıfır toplamlı bir oyuna dönüşmeye başlamıştır. Ortadoğu’da güvenliğin ve istikrarın sağlandığı durumda İran kaybettiği, çatışmaların arttığı ve yayıldığı durumda ise Türkiye’nin kaybettiği bir jeopolitik rekabet yaşanmaktadır. Olayların başladığı 2010 yılının sonundan itibaren bakıldığından bu rekabetten İran’ın kazançlı çıktığını söylemek yanlış olmayacaktır. Ancak Türkiye’nin 2017 yılından itibaren ortaya koyduğu yeni konsept ve son dönemde Arap baharı sonrası ilişkilerin koptuğu ve kopma noktasına geldiği bölge ülkeleri ile ivmelenen yeni ilişkiler, İran’la yaşanan bu rekabette yeni bir merhale olarak görülebilir. Bu bağlamda Türkiye bölge ülkeleriyle ekonomik ve askeri ilişkileri geliştirerek bölgede istikrarı ve güvenliği artırmayı hedeflemektedir. İran ise bölgedeki çatışmaların artması hatta daha da yayılması için fırsatları kullanmaya devam etmektedir. Özellikle 7 Ekimde Hamas’ı İsrail’e saldırısı sonrası başlayan süreç İran açısından bahsettiğimiz çatışma ortamının devamı ve yayılması için bir fırsat olarak değerlendirildiğini söyleyebiliriz. İran bu sayede Irak’tan Yemen’e kadar kontrolü altındaki şii grupları mobilize edebilmektedir.
Türkiye açısından yukarıda bahsedilen çatışmaların bittiği ve istikrarlı hale gelen ortadoğu hedefi için özellikle iki ülkenin durumu belirleyici olacaktır. Bu iki ülke şüphesi Irak ve Suriye. Bu iki ülke aynı zamanda İran ile Türkiye arasındaki rekabetin en çok somutlaştığı ülkeler olarak ön plana çıkmaktadır. Suriye’de saha bir süredir donmuş bir vaziyette olduğunu söyleyebiliriz. Bugün sahaya baktığımızda iki küresel güç ABD ve Rusya ile iki bölgesel güç Türkiye ve İran ayrıca bu ülkelerin vekil güçleri arasında Suriye sahası paylaşılmış durumdadır. Hal böyle olunca sayılan bu aktörlerden herhangi biri Suriye konusunda büyük bir zaafiyet göstermediği sürece kontrol edilen bölgelerde de kayda değer değişimler yaşanmamaktadır. Bu durumun daha ne kadar devam edeceğini kestirmek zor ancak bu yıl yapılacak ABD başkanlık seçimlerinde olası bir Trump zaferi Suriye sahasınında dalgalanmalara sebep olacaktır. Öte yandan Rusya-Ukrayna savaşının gideceği yön de Suriye’deki mevcut yapının değişmesine sebep olma potansiyeli taşımaktadır. İran ve Türkiye’nin Suriye’nin geleceğine yönelik hemen hemen tüm konularda karşı karşıya geldiklerini söylemek abartı olmayacaktır. Ancak iki ülkenin Suriye ile ilgili önceliklerin bugün itibariyle birbirleriyle çatışmayı göze almalarını engellemektedir. Türkiye için birincil öncelik PKK/PYD’nin kontrol ettiği alanlardan çıkartılması veya en azından geriletilmesi iken İran için ise rejim kontrolündeki bölgelerde zaafiyete düşülmeden Irak – Suriye bağlantısının tahkim edilerek Yemen’e kadar uzanan hat üzerinde şii hakimeyeti devam ettirmektir. Dolayısıyla İran ve Türkiye’nin Suriye politikası iki süper güç olan ABD ve Rusya’nın pozisyonlarındaki olası değişimlere gözetilerek mevcut pozisyonların tahkim edilmesi üzerine şekillenmektedir.
Irak ise bugün itibariyle Türkiye-İran rekabetinin doğrudan daha fazla hissedildiği bir ülkedir. Özellikle Irak Kürt Bölgesel Yönetimi(IKBY) bölgesinde KDP ve KYB üzerinden bu rekabet kendini göstermektedir. Son yıllarda Türkiye ile KDP arasında artan işbirliği Türkiye’ye PKK ile mücadele önemli kazanımlar sağlarken KDP için ise Türkiye ile kurduğu ekonomik ilişkiler IKBY’deki iktidarının devamı için hayati öneme sahiptir. İran ise Türkiye-KDP ilişkisini son dönemde KYB ile geliştirilen ilişkiyle dengelemeye çalışmaktadır. Öte yandan İran Bağdat üzerindeki etkisiyle de IKBY’yi özellikle ekonomik olarak sıkıştırmaktadır. Ayıca 2017 yılındaki referandumun ardından başta Kerkük olmak üzere tartışmalı bölgelerden peşmergenin çıkartılıp yerine şii milis güçlerin yerleşmesiyle birlikte İran’ın bölgedeki etkisi daha da artmıştır. IKBY’de artan İran-KYB ilişkisi son dönemde Türkiye’ye oldukça rahatsız etmektedir. Bu rahatsızlığın temel sebebi ise KYB kontrolündeki bölgelerde Süleymani’ye başta olmak üzere PKK’nın artan hareketliliğidir. Son yıllarda askeri olarak Türkiye’de eylem yapamaz noktaya getirilen PKK yukarıda bahsedilen KDP ile kurulan ilişki ve Irak’ın Kuzeyine yapılan Pençe-Kilit harekatıyla Kuzey Irak’ta da ağır bir darbe almıştır. Ancak geçtiğimiz yılın sonun itibaren PKK’nın artan saldırıları İran-KYB-PKK ilişkisinden bağımsız düşünülemez. Bu da yukarıda bahsedilen Türkiye’nin bölgedeki istikrarlaştırıcı rolüne ve stratejisine karşı İran çatışmaların yayılmasını hedefleyen stratejisinin bir yansıması olarak okunabilir.
Sonuç olarak Türkiye ve İran Arap Baharının başında itibaren hemen hemen her konuda karşı karşıya gelmiş bu durum iki ülke arasında doğrudan çatışmayı gerektirecek bir boyuta varmasa da iki ülke kontrolündeki gruplar üzerinden sürekli bir mücadeleye sahne olmuştur ve olmaya devam etmektedir. İran’ın ortadoğu’da çatışmaların yayılması üzerine kurduğu stratejisine karşılık Türkiye yaşanan çatışmaların bir an önce biterek geçiş sürecinin en kansız şekilde tamamlanmasını hedeflemiştir. Ancak süreç içinde çatışmalar yayılırken aynı zamanda çatışmaya sebep olan ayrılıklar daha da kökleşmiştir. 7 Ekimde Hamas ile İsrail arasında başlayan savaş İran için bir fırsat olarak görülürken kontrolündeki şii milis gruplar üzerinden Irak ve Suriye’deki ABD üslerine karşı saldırıları yoğunlaştırmıştır. Türkiye ise bir süredir ABD ile ilişkilerde normalleşme için bir dizi adımlar atarken Suriye rejimi haricinde bölge ülkeleri ile Arap Baharı boyunca bozulan ilişkilerini büyük ölçüde onarmıştır. Türkiye bir yandan Rusya ile kurduğu işbirliği zeminindeki ilişkiyi de sürdürmekte kararlıdır. Dolayısıyla İran’ın çatışmayı arttırıcı hamlelerine karşı Türkiye’nin de işbirliğini ve diyalogu arttırıcı hamleleri devam etmektedir. Bu kapsamda başta Irak ve Suriye olmak üzere Türkiye’nin istikrarlaştırıcı politikalarına karşı İran doğrudan kendisi olmasa da vekil grupları üzerinden sabotaj ve provokasyon ihtimali oldukça kuvvetlidir. Önümüzdeki bahar ve yaz aylarında özellikle Irak’ta Türkiye-İran rekabetinin sahada mücadele eden aktörler arasında çatışmalara sahne olması şaşırtıcı olmayacaktır. Benzer şekilde Türkiye-ABD ilişkilerindeki olumlu hava somut bir uzlaşı halini alırsa Suriye’nin kuzeyinde hareketlenmelere sebep olacaktır. İran ise Esad rejimine yönelik baskıyı arttırarak İdlip’e yönelik saldırılarını arttırabilir bu durum ise Türkiye’ye yönelik kitlesel göç hareketlerine sebep olma potansiyeli taşımaktadır.
2024-03-09 Oğuz Kaban