kultur

Devri Alem hikayeleri: El Hamra’da Limonata

Harun Reşit Aydın




‘’Limonata içer misin’’ diye sordu yaşlı Kadın..

Ağustos sıcağının ortasındaydım İspanya’yı turlarken. Bir hafta sonu yolum çok merak ettiğim El-Hamra sarayına düşmüştü. Endülüs tarihini her zaman seviyordum.

Yüzyıllar önce tüm kıtaya yaydığı o bilim ve felsefe, benim için her daim büyük heyecan uyandıran bir gizemdi.

Sarayı dolaştıktan sonra ayrılmak üzereydim ki, bu soru ile karşılaşmıştım. Üzerimde beyaz bir tişört vardı. Aklımca bu sıcakta açık renkli, hafif şeyler giymem gerektiğini düşünmüştüm. Çocukluktan kafamda yer etmişti. Koyu renkli giysilerin güneşi çektiğine inanırdım. Halen de bunun gerçekliğine hiç merak edip bakmadım. Tahminim üzerimdeki beyaz tişörtün sırılsıklam olması dikkatini çekmişti. Bu sebeple bana ferahlamam için, kendi yaptığı limonatadan ikram etmek istiyordu.

Öyle yanmıştım ki, ‘’hayır’’ deme lüksünü bulamıyordum kendimde. Ayrıca öyle tatlı yanakları vardı ki Teyze’nin, sanki kendi Annem gibi görmüştüm bir an yalnızlıktan. ‘’Teşekkür ederim’’ diyerek tek yudumda içtim. Elindeki termosta bir bardaklık limonata kalmıştı gözüm üzerinde gezerken. Soramadım elbette. Anlamıştı.

‘’Çekinme dedi, içebilirsin, sen gençsin, daha fazla ihtiyacın var.’’

Nedense o utangaç ben, sanki soran Annemmiş gibi, hiç ikiletmeden bardağı uzattım. ‘’Nereden geliyorsun bakalım’’ diye sordu. ‘’Türkiye’’ deyince, başını ‘’çok uzakmış’’ diye şaşkın bir şekilde salladı. Çok terlediğimi belirterek cebinden mendil çıkartıp alnımdaki teri sildi. Kendimi bir an öyle emniyette hissetmiştim ki, boğazına sarılmak istedim bu candan Teyze’nin.

Yanını işaret etti, oturup dinlenmem için. İkiletmedim. Aşağı, Grenada’ya doğru bakıyorduk beraber ayaklarımızın altında. Aradan dakikalar geçmişti, sessizliği bozup, ne işle meşgul olduğumu sordu. Bende bir memleket sevdası peşine düştüğümü, Almanya’dan Türkiye’ye döndüğümü, orada İhracat işi ile uğraştığımı anlattım. Tatile gelmiştim merak ettiğim İspanya’ya.

‘’Peki mutlu musun, diye sordu?’’

Mutluluk? Mutluluk nedir diye sormuştum. Hiç tatmamıştım ki. Ne zaman elimi uzatsam elimden almışlardı. Ne diyeceğimi şaşırdım. Sustum, sadece sustum. Grenada’yı izliyordum, tek tek binalarını süzerek.

İnatla benim üzerimden bakışlarını çekmedi.

Dayanamadım sonunda: ‘’Bilmiyorum’’ dedim. Mutluluk nedir bilmiyorum. Unutalı yıllar oldu.

Dökülüyordu sohbette yanımdaki yabancıya sözlerim. Bir aşkın peşinden gitmiş, gittiği yerde onu kaybetmiş, oyuncu olmak isterken, bambaşka yollara sürülmüş bir hayat.

Burayı ne kadar tanıyorsun diye sordu. Yani El Hamra’yı dedi.

En başından, sözcük mealinden başlamıştım. Arapça’da qa’lat al-hamra, yani ‘’kırmızı kale’’ diye anlatmaya devam ettim, oradan Savvar Ibn Hamdun’a, hatta Arapların İspanyol yarımadasına nasıl geldiklerine kadar. Tarık bin Ziyad ve daha nicelerini.

‘’Akıllı çocuk’’ diye seslendi sözümü keserken…

Aslında kastettiği başka bir şeydi Teyze’nin, çok sonraları fark ettim.

Kendinden bahsetmeye başladı. Emekli Matematik öğretmeniydi. Kocasını yıllar evvel kaybetmiş, tek oğlu Amerika’da Mühendis olarak çalışıyordu. Yalnız yaşıyordu Grenada’da Daniela Teyze, öyle söylemişti ismini. Anlatmayı bitirdikten sonra elimi tuttu sıkıca. Sağ elini omzuma koymuştu gözlerimin içine bakarken.

‘’Ben! dedi: İki erkek için ömrümü verdim.’’

Birisini mezara koymuş, diğerini okutmuş, çok uzaklara, Amerika’ya mastır yapmaya yollamış ve bir daha kendisinden haber alamamıştı. Seni benden iyi kimse anlamaz demek istemişti bana.

‘’Sen El Hamra’nın görünen ve bilinen yüzünü anlattın. Güzel öğrenmiş, çok bilgi toplamışsın hayatta. Ancak mesele ezbere bir şeyler öğrenmek değil. Ben bunu öğrencilerimden yıllarca talep ettim. Biliyorum, bu bizim suçumuzdu. Ama tarihe okutulduğu gibi bakmayı unutmalısın, dedi.

Bizlere fetihler anlatılırdı. Büyük kumandanlar, inşa edilen akıl almaz kaleler, tıpkı El Hamra gibi. İçinde gezerdik, süslemeli işlemeleri incelerken, tarihin içinde gezdiğimizi zanneder, yapılan bu büyük yapıtların hikayelerinin peşine düşerdik. Ama hep tepeden bakarak. Kralların, Sultanların gözünden bakarak. Oysa o duvarların ardında nice aşk hikayeleri, nice küçük mutluluklar, ya da büyük dramlar vardı. Küçük insanların, unutulmuş büyük hikayeleri. Kimsenin yazmadığı, yazmak istemediği. Işte böyle bir şeyden bahsediyordu Daniela Teyze. El Hamra hakkında neler biliyorsun dediğinde ben ona Ansiklopedilerden bahsetmiştim, 5 yaşından beri karıştırdığım, başucumda tuttuğum.

Peki ya bu duvarların ardında yaşanan gerçek hayatlar? Daniela bundan bahsediyordu. Ayşe’dan bahsediyordu. Unutulmuş gitmiş bir hikâyeden, kimsenin bilmediği. Belki bir efsane, belki de bir gerçek, kim bilir. Onun neden her haftanın Perşembesi El Hamra sarayına bir Turist gibi gelmesini açıklayan o hikayeden.

Ayşe, ailesi ile beraber, Sultana hizmet etmeleri için El Hamra sarayına Kuzey Afrika’dan getirilmişti. Sarayın hamamında, Sultanın eşine su dökermiş yıkanırken. Keselermiş vücutlarını hiç bir pürüz kalmayana kadar. Eşi Mustafa ise Sultan’ın ordusunda görev yapmaya başlamış, onun için ölmeye yemin eden binlerce Askerden sadece birisi, hayatının çok fazla önemi olmayan, aynen bu günkü kapitalist dünyanın çalıştırdığı köleler gibi. Söz hakları yok, hayalleri yok, bir hiç. Gezen iki ayaklı nesnelerden ibaret, bir ruha sahip, evet, ama kendi bedenine asla.

Oğlu Osman ise daha küçücük yaşlarda Sultanın ailesine meyve toplaması için hükümdarın sahip olduğu uçsuz bucaksız tarlalarda çalıştırılırmış.

Bir gün savaş zamanı gelmiş çatmış. İspanyol kralının büyük ordusuna karşı durabilmek için Sultan Sarayı’nda hizmet edenlerden başlayıp, hakim olduğu toprakların en ücra köşe deki köylerine, ne kadar eli tutan erkek varsa toplamış. Elbette Ayşe’nın kocası Mustafa bundan muaf olamazdı. Ordunun sefere çıkacağı gün, prensesleri yıkayan Ayşe elini çabuk tutmaya çalışıyormuş kocasını en azından uğurlayabilmek için. Beş prensesi de yıkadıktan sonra üstü başı dağınık, yorgun, bitkin bir halde, elinde ki tası bile bırakamadan kapının önüne koşmuş ama nafile, kocası ve ordu çoktan ayrılmış sefere.

Ayşe sadece bu tepeden aşağıya bakabilmiş hüzünle, kocasını görememiş.

Ordu 2 hafta sonra zaferle Saraya geri dönmüş, ancak Mustafa aralarında değilmiş.

Savaşta şehit düşmüş. Dedim ya, hayat yok, hayaller yok. Bir hiç. Ayşe düşünememiş, Ayşe ağlayamamış, sorgulayamamış hiçbir zaman. Elinde tas yıkamaya devam etmiş.

Hamam da Sultanın ailesinin eğlencelerine uzaktan bakarken bir iç bile geçirememiş.

Aradan yıllar geçtikten sonra, Sultan’ın eski şaaşalı günleri geride kalmış. Birçok toprağını elinden kaybeden Sultan, onurunu korumak için Ispanyollara karşı yeni bir ordu toparlamaya başlamış. Sultan’ın askerleri, Ayşe’nın oğlu Osmanı’da tarladan almışlar. Öyle ya, artık karşılarında o küçük çocuk yok. Büyümüş, serpilmiş, Annesinin evlendirme planları yaptığı bir delikanlı.

Aynen Mustafa’da olduğu gibi, oğlu Osmanın da ardından yetişememiş uğurlamak için. Peki ya sonrası? Sizce farklı bir kader olabilir mi? Ayşe’nin elinde yine tas, tepeden aşağı baktığı ile kalmış. Ortada ne Osman ne de Mustafa, gitmişler.

Yine ağıt yok, iç geçirmek yok, düşünmek yok. Sadece su dökmek.

Gün geçmiş, devran dönmüş. Sultan yaşlanmış, düşman tüm topraklarını ele geçirip, Granada’nın kapısına dayanmış, El Hamra sarayına. Büyük ve çetin savaşın ardından Ispanyollar kaleyi ele geçirmişler. Sultan ve yakınlarını kılıçtan geçirdikten sonra etrafta başkaları var mı diye aranırken, Ayşe sarayın bahçesine neler oluyor diye bakmak için heyecanla elinde ki o tası bırakmadan koşmuş.

Askerler Ayşe’yi karşılarında görünce kılıçlarını kaldırmış ve

‘’Ya iman et ya da ölüm!’’ diye seslenince,

Ayşe tebessüm etmiş. Bir elindeki tasa bakmış, bir de tepeden aşağı. Ve askerlere dönüp şu sözleri söylemiş:

‘’Iman?

Bedenimi, Sultanım aldı. Mustafa’yı, senin Kralın’ın Büyükbabası aldı. Osmanı mı, onun oğlu aldı. Şimdi sen gelmiş, bana bir de senin tanrına iman etmemi istiyorsun. Bedenlerimize sahip oldunuz. Kaderlerimizi elimizden aldınız. Elimde bir tek bu tas kaldı. Al bunu. Senin olsun, dünyanın malı, dünyada kalsın. Bedenlerimize sahip olamadık belki ama, ruhumu da sizlere vermem. Ben gerçek sahibime dönüyorum, dedikten sonra, Askerin elindeki kılıç ile bu oturduğumuz bahçede canına kıydı Ayşe’’ diye bitirdi Daniela Teyze.

İkimizin de gözü elimde duran Limonata bardağına gitmişti, düşüncelere dalarak, durakladık.

Birkaç dakika sonra devam etti:

‘’Benim kocam yazardı. Franco rejimi sırasında ona karşı yazılar yazıyordu. Muhalifti. Bir gün onu askerler evimizden alıp götürdüler. Sesimi çıkartamadım. Oğlum daha ufaktı. Onun başına bir şey gelir diye sustum. Gitti ve bir daha gelmedi. Diktatörlük daha sonraları çöktü. Özgürlük geldi dediler bize, Demokrasi. Sevindim. Çok emek verdim, oğlumu okuttum. Amerika’ya yolladım. Bir gün beni aradı ve çok büyük bir şirketten iyi bir teklif aldığını söyledi. Geri dönmek istemedi. Telefonları seyrekleşti. Aradan biraz zaman geçtikten sonra, girdiği Dünya’da basit bir Matematik öğretmeni Annesinin yeri olmadığını fark etti ki, benden vazgeçti. İrtibatını tamamen koparttı. Yine sesimi çıkartmadım, çıkartamadım. Onun mutluluğu söz konusuydu. Anlayacağın ben Mustafa’mı ve Osman’ımı aynen zamanında Ayşe gibi bu dünyadaki egemen gücün eline teslim ettim. Kendim için yaşayamadım. Her Perşembe buraya gelirim. Perşembe günü Ayşe’nin canına kıydığı gündü.’’

Ayşe efsanesini dinlerken, aslında canlı bir hayat hikayesi karşımda duruyordu. Bunu çok geç fark etmiştim. El Hamra sarayı artık tamamen meraktan hüzne dönüşmüştü hatıralarımda.

Kaybettiğini söylemişti bana. Kaybetmişti, çünkü zamanında savaşmamıştı. Kocası giderken, oğlu dönmezken. O cesareti kendinde bulamamıştı ve bana:

‘’Gitmesine izin verdiğin hiç bir şey için üzülmenin bir anlamı yok oğlum. Eğer düşman askerinin elinde ki kılıcı alıp boğazına dayayacak cesareti kendinde bulamıyorsan, o zaman savaşacaksın, tüm hüzünlerle, kayıplarla ve bir daha olmaması için egemen güçlerin karşısında duracaksın, dimdik, gururla’’ diyerek tüm bedenimi delip geçmişti sözleri.

Nihayet Limonatamı bitirmiştim. Bardağı geri uzattım Daniela Teyze’ye. Ayrılma vakti gelmişti. Güneş, Grenada’nın üzerinde kaybolmaya başlamıştı artık. Ama gözüm halen Ayşe gibi Termosa takılı kalmıştı. Sanki o termosta Ayşe’nin elindeki tası görebiliyordum.

Ayağa kalktım. Üzerimdeki terde artık kurumuştu. Çantamı ve fotoğraf makinamı kontrol ettim. Döndüm Daniela Teyze’ye ve vedalaşmak istediğimi belirttim. Öpüşüp sarıldıktan sonra merdivenleri yavaşça inmeye başladım. Arkamdan bir ses:

‘’Limonata’’ dedi. Tekrar arkamı dönünce Daniela Teyze gülümsüyordu.

‘’Buyur’’ dedim.

‘’Limonatayı Osman çok severdi. Tarlada çalışırken topladığı meyvelerden bazılarını cebine saklar, akşam eve götürürdü. Annesi de ona ilk kez Saray’da gördüğü o meşhur Limonatadan yapardı’’

‘’Peki Osmanı mı bekliyorsun o elindeki Limonata ile?’’ diye sordum.

‘’Hayır! Benim senin gibi bir sürü Osman’ım oldu bu mekânda. Ben artık ne Osmanı, ne de Mustafa’yı bekliyorum. Sadece düşman askerlerini, kılıcı çekmek için.’’

Ne diyeceğimi bilemedim. Son kez el sallayarak, arkamı dönüp yürümeye başladım.

Boğazımda bir düğüm, ışıkların gittikçe karardığı Grenada sokaklarından geçerek istasyona doğru gidiyordum. Ne Ayşe’ler ne Osman’lar kalmıştı hayatımda, hikayeler de yaşarken, tıpkı Emel'in şarkı da söylediği gibi:

لو كنت نغمّض عينيّا
وتاخذني الأحلام من يديّا
نعلى ونحلّق في سما جديدة
وننسى الوجايع

‘’Gözlerimi kapatabilsem ve rüyalar elimden tutsa, yükselir ve yeni bir gökyüzünde uçardım, acılarımı unutmak için...''

Grenada’ya ve tüm onurlu insanlara selam olsun.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2024-03-24 Harun Reşit Aydın

Türkler ölüyor

30 yıl önceydi. Çocuktum. Dün gibi dehşeti hatırlıyorum. Televiyzon başında Almanca okunan haber bugün bile kulaklarımda çınlıyor: ‘’Nie wieder’’ (Bir daha asla) diyordu muhabir. Bir daha asla. Ders alındı zannediyordum. Bir daha asla yabancı düşmanlığı yapılmayacaktı, bir daha yuvalar yakılmayacak,...

Harun Reşit Aydın 2024-04-07