strateji

Karşılıklı Bağımlılık Çerçevesinde Türkiye-Rusya İlişkileri

Oğuz Kaban




Karşılıklı Bağımlılık Çerçevesinde Türkiye-Rusya İlişkileri: Arap Baharı Sonrası Suriye Örneği

ÖZET

Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte Türkiye ve Rusya ilişkileri geleneksel şekli olan rekabet üzerinden şekillenmeye devam etmiş fakat gerek uluslararası ortamda gerekse bu iki ülkenin iç politikasında yaşanan gelişmeler 1990’lı yılların ikinci yarısından itbaren artarak sürdürülen işbirliğine doğru evrilmiştir. Enerji, ticaret ve turizm gibi alanlarda gelişen bu iş birliği 2011 yılında başlayan Suriye iç savaşında uçak krizi gibi çok ciddi sınamalardan geçmesine rağmen koparılmamıştır. Türkiye’nin Nükleer Santral projelerinin gerçekleştirilmesi ve yine Türkiye’ye S-400 hava savunma sistemlerinin temin edilmesi ve yüksek teknolojik alanlarda işbirliği kurulması gibi stratejik alanlarda genişlemiştir. Bu çalışmada Suriye iç savaşında birbirinden farklı politikalar izleyen bu iki ülkenin birçok defa karşı karşıya gelmelerine rağmen her defasında çatışma yerine diyaloğu önceleyerek kurdukları hassas denge Karşılıklı Bağımlılık Teorisi çerçevesinde incelenmiştir.

 

Anahtar Kelimeler: Bağımlılık, Türkiye, Rusya, Suriye, Enerji

 

TURKEY-RUSSIA RELATIONS WITHIN THE FRAMEWORK OF MUTUAL DEPENDENCE: THE EXAMPLE OF SYRIA AFTER THE ARAB SPRING

 

ABSTRACT

 

As soon as Cold War ended, Turkey-Russia Relations continued to shape through traditional form of competition but both developments in the international environment and in the internal politics of these two countries have evolved an increasingly ongoing cooperation since second half of the 1990s. Developing in areas such as energy, trade and tourism, This cooperation, was not broken in the Syrian civil war, which started in 2011, although it has undergone very serious tests such as aircraft crisis. The accompolishment of Turkey's nuclear power plant project and also the supply of S-400 air defense systems to Turkey and cooperation in strategic areas such as high-tech field has expanded. In this study, despite the fact that these two countries, which have different policies in the Syrian civil war, faced many times, each time, the precise balance they established by prioritizing the dialogue instead of conflict was examined within the framework of the Interdependence Theory.

Key Words: Dependence , Turkey, Russia, Syria, Energy.

 

Giriş

Soğuk Savaşın sona ermesi ve Sovyetler Birliğinin çöküşü uluslararası sistemde köklü değişikler yapmış ve birçoklarına göre iki kutuplu sistem yerini ABD’nin hegemon güç olduğu tek kutuplu bir sisteme bırakmıştır. Uluslararası sistemin yapısındaki bu dönüşümden en çok etkilenen ülkelerden biri şüphesiz Türkiye olmuştur. Sovyetlerin parçalanmasıyla içinden birçok bağımsız devlet çıkmış ve bu durum Türkiye açısından yıllarca göz ardı ettiği veya etmekte zorunda kaldığı Avrasya/Türk coğrafyası için tarihi bir fırsat olarak değerlendirilmiştir (Çelikpala, 2015). Özellikle doksanların ilk yarısında Türk dünyası üzerinde izlenen ve “Adriyatikten Çin Seddine büyük Türk dünyası” sloganıyla simgeleşen proaktif dış politika bu bölgeyi kendi doğal yaşam alanı olarak gören Rusya açısından bir tehdit olarak algılanmıştır. Ancak bu dönemde Rusya’nın PKK kartını açık bir şekilde kullanması sonucu artan terör saldırıları, Türkiye’nin böyle bir rekabete girmeye yetmeyen kapasitesi ve başta ABD olmak üzere uluslararası aktörlerin Türkiye’nin Avrasya politikasına yeterince destek vermemesi gibi nedenlerle iki ülke arasındaki ilişkilerde öne çıkan rekabet 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren yerini daha çok bu çelişkilerle sürdürülen işbirliğine bırakmıştır. Türkiye’nin hızla artan nüfusu ve büyüyen ekonomisi için enerji ihtiyacının karşılanabilmesi bu iki ülkenin işbirliğinin temelini oluşturmaktadır.

2010 yılında Tunus’ta başlayan ve literatürde Arap Baharı olarak adlandırılan sürecin 2011 yılında Suriye’ye sıçramasıyla bugün hala sürmekte olan iç savaşın da fitili ateşlenmiştir. Suriye ile 911 Km’lik sınırı olan Türkiye komşusunda yaşanan iç savaşa kayıtsız kalmamış ve ilk günden itibaren muhaliflerin yanında yer almıştır. Sovyetler Birliği döneminden itibaren Suriye rejimi ile iyi ilişkiler kurmuş olan ve Akdeniz’deki tek üssü bu ülkede bulunan Rusya ise ilk günden itibaren Suriye Rejimin yanında yer almıştır. 

Bu çalışmada onuncu yılına yaklaşan Suriye iç savaşında birbirinden farklı politikalar izleyen Türkiye ve Rusya’nın birçok defa karşı karşıya gelmelerine rağmen birbirleri ile çatışmak yerine diplomasi kanalını hep açık tutmaları Robert KHOANE ve Joseph NYE Jr.’un “Karşılıklı Bağımlılık” teorisi çerçevesinde ele alınmıştır. İlk bölümde “Karşılıklı Bağımlılık” teorisinin genel olarak kavramsal çerçevesi çizilmiş, ikinci bölümde Soğuk Savaş sonrası Türkiye-Rusya ilişkilerindeki rekabetin yerini daha çok işbirliğine bırakması tarihsel olarak incelenmiştir. Üçüncü bölümde 11 Eylül sonrası Türk dış politikasına hakim olan işbirliği söylemi Ortadoğu poltikası bağlamında ele alınmıştır. 4. Bölümde ise Arap Baharı sonrası Türkiye ve Rusya’nın Suriye politikaları ayrı ayrı ele alınırak önce gerginleşen ve daha sonra normalleşen ilişkiler karşılıklı bağımlılık çerçevesinde incelenmiştir.

1.Karşılıklı Bağımlılık Teorisi ve Uluslararası İlişkiler: Kavramsal Bir Çerçeve

Uluslararası ilişkilerin bir disiplin olarak ortaya çıkışı Birinci Dünya Savaşının hemen sonrasında gerçekleşmiştir. İnsanlık tarihinde bu ilk topyekün savaş sonrasında özellikle Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki bir kısım enetelektüel, aydın ve siyasetçi bir daha böyle bir savaş yaşanmaması için devletlerin birbirleri ile neden savaştığı, bu savaşların nasıl engellenebileceğine dair bir takım fikirler ortaya koymuşlardır. Ortaya konulan bu fikirler genel olarak uluslararası ilişkiler disiplininde İdealizm olarak isimlendirilmiştir (Gözen, 2017).  İki savaş arasını (1919-1939) kapsayan bu dönemde etkili olan İdealizm, 1939 yılında İkinci Dünya Savaşının patlak vermesiyle Realistler tarafından ütopyacılıklı suçlanarak ciddi bir şekilde eleştirilmiştir. Özellikle Edward H. Carr The Twenty Years Crisis 1919-1939: An Introduction to the Study of International Relations (1919-1939 Yirmi Yıl Krizi: Uluslararası İlişkiler Çalışmasına Giriş) eseri ile İdealizme karşı en sert eleştirileri yapmıştır (Carr, 2015). Carr’a göre idealizm gerçeklerle bağdaşmamaktadır çünkü ona göre insanlar bazı sınırlamalar nedeniyle ideallerini başarabilecek kadar özgür iradeye sahip değildir. Carr, ayrıca idealistleri hukuk ve ahlakın rolünü abartırken gücün uluslararası ilişkilerdeki rolünü hafife almakla eleştirmiştir. 

İkinci dünya savaşı ile birlikte realist görüşler uluslararası ilişkiler disiplinin merkezine oturmuşsa da daha sonra yaşanan bazı gelişmeler ve krizler realizmin disiplin içinde sarsılmaz konumunu tartışmaya açmıştır (Wıltse, 2014). 1952 yılında AKÇT (Avrpa Kömür ve Çelik Topluluğu) kurulmasıyla kıta Avrupa’sının iki büyük gücü olan Fransa ile Almanya, kömür ve çelik gibi sanayi için stratejik hammadde kaynaklarına ulaşabilmek adına yıllarca süren çatışmalarını işbirliği zeminde çözüme kavuşturmuşlardır. Daha sonra karşılıklı bağımlılık çalışmalarına kadar ulaşacak Fonkiyonlizmin kurucusu olarak görülen David Mitrany’in ülkelerin çatışma yerine işbirliğini önceleyen bir uluslararası politika anlayışının adeta sahaya yansıması şeklindeki bu işbirliği bugünkü Avrupa entegrasyonunun da ilk adımı olmuştur (Yanık, 2015). 1962 yılında yaşanan Küba Krizinde ise devletlerin somut bir çıkar kavramı üzerinden hareket etmediklerini ortaya koymuştur. Realizmin hızını kesen en önemli gelişmelerden biri ise 1970’lerden itibaren uluslararası ilişkilerde ekonominin ve ekonomik aktörlerin öneminin artması olmuştur (Wıltse, 2014). Ayrıca 1970’li yıllardan itibaren kitle iletişim araçlarındaki artış, devletler arasındaki sınırların öneminin giderek azalması gibi nedenler, Realizm tarafından uluslararası sistemin tek aktörü olarak görülen devletin yanına uluslaraşırı şirketleri ve uluslararası kuruluşları gibi devlet dışı aktörleri de koyan yeni çoğulcu bir uluslararası ilişkiler yaklaşımını ortaya çıkarmıştır (Sönmezoğlu, 2019). 

 

Askeri gücün yanında ekonomik gelişmelerinde uluslararası ilişkilerde belirleyici olduğu görüşü şüphesiz 1974 yılında yaşanan petrol krizi ile daha güçlü bir şekilde gündeme gelmiştir. 1948 yılında İsrail’in kuruluşuyla birlikte Arap devletleri ve İsrail arasında çıkan savaşlardan sonuncusu olan ve “Altı Gün Savaşı” olarak da biline 1973 savaşında Arap devletleri ağır bir yenilgi yaşamıştır. Bunun üzerine Batılı güçlerin İsrail’e verdiği lojistik destek sebebiyle yenilgiye uğradığını düşünen Arap devletleri bir araya gelerek OPEC(Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü) kurmuşladır. Böylelikle Arap devletlerinin daha önce başarısız olan petrolü uluslararası siyasette bir araç olarak kullanma girişimleri OPEC’in kurulmasıyla birlikte farklı bir boyut kazanmıştır ve bu ülkelere ortak hareket edebilme imkanı vermiştir. Bu bağlamda 1973 savaşında İsrail’e destek veren batı ülkelerine karşı petrolün fiyatını arttıran Arap ülkelerinin bu hamlesi sanayileri petrole bağımlı olan gelişmiş batı ekonomilerinde ciddi sonuçlara sebep olmuştur. Petrol fiyatlarının artmasıyla girdi maliyetlerinin yükselmesi bu ülkelerde hem işsizliğe hem enflasyona diğer bir ifadeyle işsizlikle enflasyonun aynı anda yaşanması olarak özetlenebilecek stagflasyona sebep olmuştur (Yılmaz & Kalkan, 2017). Yaşanan bu gelişmeler hiç bir devletin tek başına dünya ekonomisinde tam bağımsız olmadığını göstermiş var olan bu karşılıklı bağımlılık ilişkileri geleneksel devlet anlayışını da dönüştürmeye başlamış, askeri güç merkezli anlayış yerini ekonomik gücün de önemine dikkat çeken yeni ve çoğulcu bir yaklaşıma bırakmıştır (Wıltse, 2014)

ABD’de başlayan ve tüm dünyaya yayılan 1929 ekonomik buhranı o döneme kadar hakim olan ve devletin ekonomiye müdahalesinin minumum düzeyde olması gerektiğini savunan klasik liberal iktisat anlayışının ciddi bir şekilde sorgulanmasına sebep olmuştur. Ekonomik krizden çıkış yolu olarak ise İngiliz iktisatçı John M. Keynes’in daha sonra sosyal devlet kavramsallaştırmasıyla formulize edilen devletin ekonomiye özellikle sosyal harcamalar yoluyla müdahalesi ikinci dünya savaşında sonra başlayan ve 1970 yıllara kadar devam edecek olan refah devleti döneminin de kapısını aralamıştır. Ancak dünya ekonomisinin küreselleşmesi, Bretton Wood’s sisteminin 1971 yılında çökmesi ve 1974 yılında yaşanan petrol krizi, ekonomik hayatta devlet müdahalesinin sınırlı olması ve piyasa aktörlerinin serbest hareket etmeleri gerektiğini savunan neo-liberaller görüşlerin ön plana çıkmasını sağlamıştır. Ekonomi dünyasında yaşanan bu gelişmeler uluslararası ilişkiler teorisyenlerinin de gözünde kaçmamış ve uluslararası ilişkileri devletlerarasında askeri güç mücadelesine indirgeyen realizmin güncel meseleleri açıklamadaki yetersizliği anlaşılmıştır (Burchıll, 2019; Yanık, 2015).

Neoliberal kurumsalcılığın önemli isimlerinden Robert Khoane ve Joseph Nye Jr. 1977 yılında kaleme aldıkları “Power and Interdepence: World Politics in Transition” başlıklı makalelerinde devletler arasında giderek artan ve karmaşık hale gelen karşılıklı bağımlılığın olduğunun altını çizmişlerdir (Khoane & Nye, 1977). Bir devletin diğer devlet üzerinde mutlak kontrolü şeklinde ortaya çıkan bağımlılık ilişkisinin aksine karşılıklı bağımlılıkta her iki devlet için uygulanan politikaların belirli bir maliyeti olmaktadır. Bu şekildeki karşılıklı maliyete katlanma koşulu devletlerin hareket serbestisini kısıtlamaktadır. Karşılıklı bağımlılık ilişkisi içindeki devletlerin hareket serbestisinin sınırları ise birinin(a) diğerine(b) karşı pazarlık gücüne ve diğerinin(b) karşılıklı bağımlılık ilişkisine hassasiyetine ve etkilenme derecesine bağlı olarak çizilmektedir (Gürkaynak & Yalçıner, 2009). Uluslararası aktörler arasındaki ilişkilerin giderek daha karmaşık bir şekil almakta olduğunu ve bu sürecin söz konusu aktörleri birbirlerine karşı daha savunmasız ve birbirlerinin ihtiyaçları konusunda daha hassas kılmaya başladığını savunan karmaşık karşılıklı bağımlılık kuramı, üç temel nitelik üzerine inşa edilmiştir. Bunlar: Uluslararası iletişim kanallarının çokluğu, uluslararası ilişkilerin konuları arasında hiyerarşinin olmaması ve uluslararası politikada askeri gücün öneminin giderek azalmasıdır. 

Devletlerarası ilişkide göreli faydaya dikkat çeken dolayısıyla artan karşılıklı bağımlılığın çatışmayı arttıracağını düşünen realistlerin aksine liberaller devletlerarası ilişkilerde mutlak faydaya dikkat çekerek karşılıklı bağımlılığın iş birliğini arttıracağını belirtmişlerdir. Örneğin, doğal gaz ithal eden bir ülke, ihtiyaç duyduğu miktarda enerjiyi uygun bir maliyetle ve kesintisiz bir şekilde temin ettiği ölçüde söz konusu bağımlılık ilişkisinden faydalanır. Aynı şekilde enerji ihracatçısı bir ülke sağladığı ekonomik fayda ve ilişkinin ürettiği stratejik kazanımlara verdiği değer ölçüsünde karşılıklı bağımlılığın devamını tercih edecektir. Liberal kuramcılara göre siyasi çatışmalar nedeniyle bu ilişkinin kesilmesi tarafları mutlak fayda kaybına uğratacağı için bu bağımlılık ilişkisi taraflar arasında siyasi çatışmalardan kaçınmaya sebep olacaktır (Demiryol, 2018).  

1970’li yıllardan itibaren artan küreselleşmeyle birlikte uluslararası ilişkilerin konuları arasındaki hiyerarşinin ortadan kalktığını belirten Khoane ve Nye, askeri ve güvenlik konularının yanı sıra ekonomi başta olmak üzere başka birçok konunun da uluslararası ilişkilerin kapsamına dahil olduğunun altını çizmişleridir. Ayrıca askerin gücün ekonomik güce hakim olduğunu kabul etmekle birlikte askeri gücü kullanmanın maliyetinin artması dolaysıyla hedeflenen amaçlara ulaşmada askeri gücün ekonomik güçten daha etkili olduğunun garantisinin olmadığını belirtmişlerdir(Khoane & Nye, 1977) Öte yandan sürekli artan küreselleşme olgusu ile birlikte devletler arasında ilişki sadece hükümetler arası ilişki olmaktan çıkmış şirketler, toplumlar ve örgütler arasındaki ilişkiye doğru evrilmiştir. Giderek artan ve karmaşıklaşan karşılıklı bağımlılık ilişkileri uluslararası terörizm, göç ve küresel ısınma vb. gelişmeler aktörleri birbirlerine karşı daha savunmasız hale getirmektedir.  

2.Soğuk Savaş Sonrası Süreçte Rekabetten İşbirliğine: Türkiye- Rusya İlişkileri

Aynı bölgede yıllarca süren jeopolitik rekabete girmiş imparatorluk bakiyesi iki devlet olan Türkiye ve Rusya, Sovyetler birliğinin dağılmasıyla birlikte özellikle doksanların ilk yarısında Avrasya için benzer bir jeopolitik rekabete girmiştir. Sovyetler birliğinden arta kalan coğrafya Türkiye için etkinlik alanı olarak görülürken Rusya için bu bölgeler nüfuz sahası olarak görülmekteydi, dolayısıyla doksanların ilk yarısı iki ülke için geleneksel düşman algısının hakim olduğu bir dönem olmuştur. Çelikpala (Çelikpala, 2015: 122).’ya göre“Türk-Rus ilişkileri açısından 1990’lı yılların ilk yarısı geçmişin olumsuz mirasının gölgesinde “rekabeti”, ikinci yarısı ise yeni vizyonla şekillenen parlak geleceğe işaret eden “işbirliğini” öne çıkartan söylem ve eylemlerin hâkim olduğu bir geçiş dönemidir.”

Türkiye Rusya ilişkilerinde hem işbirliğinin hem de rekabetin lokomotiflerinden biri şüphesiz enerji meselesi olmuştur. Doğal gazın Türkiye’nin ana enerji kaynağına dönüşmesi Rusya’yı bu kaynağı sağlayacak ana ülke konumuna getirirken Rusya için de Türkiye’yi yükselen bir ekonomi olarak güvenli bir pazar haline getirmiştir (Çelikpala, 2015). Zamanla Türkiye, Rusya’nın Almanya’dan sonra en fazla doğal gaz ihracatı gerçekleştirdiği ikinci ülke haline gelmiştir (Export, 2018). Özellikle doğalgazın %70 oranında kaynak ülkeden tedarikçi ülkeye boru hatları ile taşındığını ortamda bu durum ülkelerin karşılıklı bağımlılıklarını arttırarak onları siyasi ilişkilerinde daha uzlaşmacı yapmaktadır (Kakışım, 2019). Enerji alanında başlayan işbirliği Rus gazının çeşitli boru hatları ile Türkiye’ye ulaşması için 20-25 yıl gibi uzun vadeli projelerin hayata geçirilmesiyle kurumsal bir zemine oturtulmuştur. Rusya’dan Türkiye’ye gelen ilk doğalgaz boru hattı Sovyetler Birliği döneminde inşası tamamlanan Trans Balkan Doğalgaz Boru Hattı(Batı Hattı) olmuştur.

Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla birlikte egemen devletler olarak ortaya çıkan Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan gibi ülkelerin doğalgaz ve petrollerinin Batı piyasalarına taşınması noktasında Türkiye jeopolitik konumuyla ön plana çıkmıştır. Bu ülkelerin doğal kaynaklarının Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınması aynı zamanda Rus gazına bağımlı Avrupa’nın bu bağımlılıktan da kurtulması anlamına gelmekteydi. Bu bağlamda Doğu-Batı Enerji Koridoru projesinin ilk parçası olarak İngiliz Brıtısh Petroleıum tarafından gündeme getirilen AB ve ABD tarafından da desteklenen BTC(Bakü Tiflis Ceyhan) boru hattı projesi gündeme getirilmiştir. Azerbaycan petrolünü Gürcistan üzerinden Ceyhan Limanına oradan da dünya piyasalarına dağılmasını sağlayacak proje olan ve 2006 yılında tamamlanan BTC’ye  kısa süre sonra Kazakistan ve Türkmenistan petrolleri de hatta eklenmesiyle Hazar enerji kaynaklarındaki Rus nakil hattı tekeli kırılmıştır. Doğu-Batı Enerji Koridorunun ikinci ayağı olan ve Türkmenistan petrollerinin Azerbaycan ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşıyacak olan Trans Hazar projesi ise Türk-Rus ilişkilerinde önemli dönüm noktalarından biri olmuştur. Trans Hazar projesinin gündeme gelmesiyle birlikte bu durumun kendi ulusal çıkarlarını tehdit ettiğini düşünen Ruslar, Mavi Akım projesini gündeme getirmişlerdir. Başka bir transit ülkeye gerek kalmadan Karadeniz’den geçerek doğrudan Türkiye’ye ulaşacak hat için 15 Aralık 1997 tarihinde anlaşma imzalanmıştır (Kakışım, 2019). Önceki sözleşmelere benzer şekilde, 25 yıl gibi uzun bir süreyi kapsayan üçüncü doğal gaz anlaşmasıyla, her yıl 16 milyar metreküp doğal gaz, Türkiye’ye ihraç edilmeye başlanmıştır. Trans Hazar projesinin çeşitli sebeplerle bitirilememesi ve Mavi Akımın tamamlanmasıyla birlikte Türkiye’nin Rusya’ya enerjideki bağımlılığı artmıştır. Batı Hattı’ndan sonra Mavi Akım’ın da devreye girmesiyle, Türkiye’nin Rusya’dan gerçekleştirdiği doğal gaz ithalatı 30 milyar metreküpe ulaşmıştır (ETKB, 2018). Artan enerji ticareti ile iki ülke arasındaki karşılıklı bağımlılığını Rusya lehine şekillendirmiştir.  Enerjinin yanı sıra iki ülke arasındaki ticaret hacminde ve özellikle Türkiye’ye gelen Rus turist sayısında 2015 Kasım’ında yaşana uçak krizinin ardından ilişkileri normalleşene kadar süren dönem hariç olmak üzere sürekli artış yaşanmıştır. 2019 yılı itibariyle iki ülke arasındaki dış ticaret hacmi 30 milyar dolara yaklaşırken Türkiye’ye gelen Rus turist sayısı 6 milyonu geçmiştir (BBC, 2020). 

Bu bağlamda son dönemde Türkiye-Rusya ilişkilerini açıklamada sıklıkla başvurulan kavramlardan biri de kompartmanlaşmadır. Buna göre taraflar ekonomi ve siyaseti birbirlerinden ayırarak siyasi anlaşmazlıkların ekonomik işbirliklerini olumsuz yansımaması için ayrıca çaba sarf etmektedir(Demiryol, 2018) . İki ülke arasında özellikle doksanların ikinci yarısında itibaren artmaya başlayan enerji alanındaki bağımlılık durumu diğer alanlardaki ilişkilerde bu tip bir kompartmanlaştırmayı mümkün kılmaktadır

Enerji ve ekonomi alanında bunlar yaşanırken 2000 sonrası gerek uluslararası ortamda yaşanan gelişmeler gerek bu iki ülkenin kendi iç politikalarında yaşadıkları gelişmeler Türk-Rus ilişkilerinde siyasal olarak da en azından söylem düzeyinde bazı yakınlaşmalara sebep olmuştur. 7 Mayıs 2000 tarihinde Rusya’da iktidara gelen Putin göreve geldikten hemen sonra Çeçenistan sorununu çözmüş ve içeride gücünü giderek pekiştirmiştir. Yakın dönemlerde Türkiye’de ise 2001 ekonomik krizinin ardından 2002 yılında yapılan erken seçimlerle tek başına iktidara gelen AKP(Adalet ve Kalkınma Partisi), kısa sürede ekonomiyi toparlamış ve Erdoğan liderliğinde güçlü bir iktidar olarak ortaya çıkmıştır. Sovyetler birliğinin dağılmasının ardından çeşitli yön arayışlarına giren Rus dış politikası Yeltsın döneminde batıcı ve liberal bir form çizmiş fakat bu durum sürdürülebilir olmamıştır. Yeltsın’in batı ile iyi ilişkiler kurma temelinde geliştirdiği dış politika ve liberal dünyaya eklemlenme hamleleri Rusya’daki birçok avrasyacı siyasetçi ve entelektüel tarafından sert bir şekilde eleştirilmiştir. Rusya’nın ulusal güvenliğini yakın çevresinin güvenliğinden ve kontrolünden geçtiğini düşünen avrasyacılar Yeltsın döneminde bu bölgenin ihmal edildiğini belirtmişlerdir. Putin’in iktidara gelişiyle birlikte avrasyacıların düşünceleri yeniden Rus dış politikasının merkezine oturmuştur. Neo-Avrasyacılar diye tabir edilen bu grubun Çarlık ve Sovyetler dönemi avrasyacılarından farklı olarak Avrasyacılığı jeopolitik bir konu olarak algılamışlardır. Rusya’nın dengesinin doğuya kaydığını düşünen bu anlayış ülkenin geleceğini de Doğu’da görmektedir (Kaya, 2008). Türk dış politikası ise AKP döneminde Rusya’ya göre daha dalgalı biçimde seyretmiştir. Batı ile iyi ilişkiler ve liberal değerlerin öncelenmesi temelinde gelişen Türk dış politikası süreç içinde bazı gelişmelerin etkisiyle daha bağımsızlıkçı söylem zemininde Avrasyacı bir forma bürünmüştür. Özellikle ABD’nin Irak’ı işgal sürecinde askerlerinin Türkiye üzerinden Irak’a girmesi hakkındaki tezkerenin 1 Mart 2003 tarihinde TBMM’de reddedilmesi, Türkiye’de ABD karşıtlığının artmasına ve avrasyacı söylemlerin güçlenmesine sebep olmuştur. Ayrıca Irak’ın işgalinde Rusya’da işgal karşıtı blokta yer almıştır. Rusya’da devlet dini olarak Ortodoksluğun yükselişi gibi Türkiye’de de devlet dini olarak İslam’ın yükselişi Rusya’dakine benzer şekilde imparatorluk geçmişinden gelen emperyal bir jeopolitik derinlik yaratmıştır. Bu durum ise Rusya ve Türkiye’nin batı karşıtı jeopolitik bir blok oluşturmasına ve yeni iş birliği alanların ortaya çıkmasına neden olmuştur (Çelikpala, 2015). 

3. 11 Eylül’den Arap Baharına Türk Dış Politikasında Ortadoğu 

11 Eylül 2001 tarihinde ABD’ye yapılan terör saldırıları Sovyetlerin dağılmasından sonra Uluslararası Sistemde yeni bir kırılma yaratamıştır. Saldırılara karşı ABD’nin süper güç olarak önce Afganistan’ı ardından Irak’ı işgali etmiş ve Türkiye açısından bölgede kısıtlayıcı bir unsur olarak ortaya çıkmıştır. Bu şartlar altında 2002 yılında iktidara gelen AKP hem ABD’nin bölgede aktif politikasının getirdiği kısıt hem de iç siyasetteki askeri vesayetin gölgesinde daha statükocu bir dış politika anlayışı benimsemiştir. AB üyeliğinin merkeze alındığı Batı ile iyi ilişkilerindeki bu dış politika anlayışı 2007 sonrası gerek iç politikada AKP’nin gücünü pekiştirmesi ve askeri vesayetin gölgesinden kurtulmaya başlaması sebebiyle gerekse henüz ortadoğu’da Arap Baharı süreci başlamamış olmasının verdiği görece istikrar ortamında değişmeye başlamış ve işbirliği temelinde daha proaktif bir dış politika izlemiştir. Türkiye bu yeni ortamda “düzen kurucu” aktör rolünü benimsemiştir. Bu rolü ise Soğuk Savaş döneminin klasik güvenlik merkezli yaklaşımı terkedip, bunun yerine çok yönlü, çok boyutlu ve çok aktörlü bir diplomasi yaklaşımı benimseyerek oynamıştır (Köse, 2011). Komşularla sıfır sorun politikası olarak da kavramsallaştırılan bu dönemde Türkiye, bölgede çatışmalarda arabuluculuğu yapmış, bölge ülkleri ile aralarındaki ticaret kısıtlarını kaldırmış hatta Suriye ile karşılıklı olarak vizeleri kaldırmıştır (Kılınç, 2016). Türkiye kendine biçtiği bu yeni vizyonla bölgede güvenlik eksenli politikayı dönüştürme ve ekonomik entegrasyonu arttırmayı hedeflemiştir. Yumuşak güç(soft power) unsurlarının ön plana çıktığı bu dönemde Türkiye ile bölge ülkeleri arasında ticari ilişkileride büyük bir artış yaşanmıştır. Türkiye’nin yumuşak gücünün temel kaynağı Doğu ile Batı’ya dair siyasî, kültürel ve sosyo-ekonomik değerleri bünyesinde bağdaştırma çabalarına dayanmaktadır (Köse, 2014). Türkiye bir yandan kendini “düzen kurucu” veya “merkez ülke” olarak konumlandırırken halkının büyük bölümü Müslüman olan Batı tipi bir demokrasi olması yönüyle de Müslüman coğrafyada Batı tarafından “Model Ülke” olarak ön plana çıkartılmıştır. (Kirişçi, 2011).‘ye göre: 

“Türkiye’yi ticaret, yatırım ve alışveriş yoluyla göze çarpar hale getiren “tüccar devlet”in yükselişi, demokratikleşme tecrübesinin yayılması ve Türkiye ile Ortadoğu halkları arasında daha serbest dolaşımı teşvik eden politikaların uygulanmasını da içeren “yeni dış politikasının” yarattığı olumlu imaj Türk modelinin başlıca unsurlarıdır.”

Ortadoğu’ya müdahil olmak gerek Soğuk Savaş boyunca “dondurulmuş sorunların” bir bir çözülmesi gerek 11 Eylül sonra ulusalarası politikanın merkezinin bu bölgeye kayması gibi sebeplerle Türkiye açısından artık bir seçim unsuru olmaktan çıkmış ve bir zorunluluk halini almıştır. Türkiye’nin Ortadoğu, Kafkaslar, Balkanlar gibi yakın coğrafyasında yaşananlarla ilgilenmemesi gerektiğini bu bölgelere müdahil olmanın kendi iç istikrarını bozacağını düşünen izolasyonist bakışım aksine bu jeopolitik bakış Türkiye’nin iç ve dış güvenliğinin hinterland olarak tanımlanan alanın doğu ve batı sınırlarında başladığını iddia etmiştir (Davutoğlu, 2009; Oğuzlu, 2012). Ortadoğu coğrafyası ile ilgili jeopolitik okuma en çok 2002 sonrası Türk Dış Politikasına damga vurmuş isim olan Ahmet Davutoğlu’nun düşüncelerinde kendini göstermektedir. Buna göre Ortadoğu Türkiye için kaçınılmaz olarak bir hinterland olarak tanımlanırken “Model Ülke” misyonu da tarihin ve coğrafyanın merkezinde konumlanan dolayısıyla çevreden olan biten her şeyin doğrudan etkileyeceği ve/veya etkileneceği “Merkez Ülke” olma iddiasına dönüşmüştür (Çetinsaya, 2008; Davutoğlu, 2009). Kendisini merkezde konumlayan bu anlayışta dış politka çok yönlü ve proaktif bir şekilde dizayn edilmiştir. Sadece askeri ve diplomatik araçların değil ekonomik, kültürel, tarihi vb birçok alanın dış politika yapımı aşamasında araçsallaştırması hedeflenmiştir. 

2000’li yıllarında başından itibaren ciddi bir siyasi, ekonomik ve toplumsal dönüşüm içinde bulunan Türkiye’nin özellikle komşularıyla ilgili izlediği dış politika anlayışı Atatürk döneminin komşularıyla işbirliği içindeki pro-aktif dış politikasına benzerliği dikkat çekmektedir. İki savaş arası dönemde olduğu gibi özellikle 2007 sonrası bölge ülkelerindeki istikrarın korunması ve bu ülkelerin iç işlerine karışmadan kurulacak iyi ilişkilerin ülke içindeki toplumsal dönüşümlere sekte vurmaması üzerine geliştirilen bu dış politika anlayışı bu dönemim uluslararası konjoktürü tarafından da destek görmüştür (Oğuzlu, 2012). Özellikle ABD ile İran ilişkilerindeki gerginlik sebebiyle Türkiye’nin bölge de daha aktif bir politika izlemesi Batı tarafından da desteklenmiştir (Akbaş, 2012). Bir yandan büyüyen ekonomik gücü bir yandan uluslararası kamuoyu tarafından kendisine verilen “Model Ülke” misyonu diğer yandan da bölge halkları ile olan tarihsel ilişkileri Türkiye’nin yumuşak güç unsurları olarak ön plana çıkmıştır. Ayrıca aynı dönemde Irak’ta bulunan ABD askeri varlığının yarattığı güvenlik şemsiyesinin bölge üzerinde oluşturduğu görece istikrar Türkiye’nin dış politikadaki manevra alanını arttırmıştır (Oğuzlu, 2012). Türkiye için her şeyin yolunda gittiği bu dönem Arap Baharının başlamasıyla değişmeye başlamış olayların Suriye’ye sıçraması ise Türk dış politikası açısından radikal dönüşümlere sebep olmuştur.

4. Arap Baharı Sonrası Türkiye- Rusya İlişkilerinde Suriye Sahası  

2010 yılının son günlerinde Tunus’ta bir seyyar satıcının kendini yakmasıyla başlayan protestolar kısa sürede Arap coğrafyasına yayılmış ve Libya ve Mısır başta olmak üzere coğrafyada birçok ülkede diktatörlerin devrilmesine sebep olmuştur. Bölge halklarının demokrasi ve özgürlük talepleri sürecin ilk başlarında sonuç verirmiş gibi gözükse de özellikle olayların Suriye’ye sıçramasıyla barışçıl niyetlerle başlayan protestolar bugün onuncu yılına yaklaşa yakıcı bir iç savaşa dönüşmüştür.

Türkiye Suriye ilişkileri özellikle Hafız Esad’ın ölümünden sonra apar topar oğlu Beşar Esad’ın başa geçmesiyle birlikte Suriye iç savaşına kadar süren dönem paranteze alınırsa öteden beri hep sorunlu olmuştur. Suriye devletinin 1970’li yıllarda terör örgütü ASALA’ya 1980’li yıllarda ise terör örgütü PKK’ya verdiği desteğin yanı sıra Hatay meselesi ve su sorunu bu iki ülke arasındaki başlıca sorunlar olarak öne çıkmaktadır. 1998 yılında Türkiye’nin askeri müdahale tehditleri karşısında Suriye yönetimi, Öcalan’ın ülke sınırları dışına çıkmasını sağlamış ve iki ülke arasında Adana Mutabakatı imzalanarak ilerleyen yıllarda sağlanacak işbirliği zemininin de temelleri atılmıştır. AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte özellikle 2007 sonrasında Arap Baharının başladığı yıllara kadar Türk dış politikasına damgasına vuran “Komşularla Sıfır Sorun” politikası gereği iki ülke arasında giderek artan en nihayetinde karşılıklı olarak vizelerin kaldırılmasına kadar uzanan iyi ilişkiler dönemi yaşanmıştır. 

Türkiye Arap Baharı sürecinin başlarından itibaren olayların yaşandığı ülkelerde mevcut iktidarlara karşı çıkan muhaliflerin yanında net bir tavır almıştır. Bu tavrını olayların Suriye’ye sıçramasından sonra da sürdüren Türkiye, krizin başlarından birçok kez çeşitli düzeylerde iletişime geçtiği Esad rejimine belirli alanlarda reform önerilerinde bulunmuştur. Ancak süreç içinde yaşanan gelişmeler bu iki ülkeyi karşılıkla çatışma noktasına kadar getirmiştir. Özellikle Esad rejiminin Türkiye’nin reform önerilerini dikkat almayan ve şiddeti sürekli arttıran tavrı son yıllarda geliştirilen dostane ilişkilerin rejimin dönüşümünü sağlayabileceği yönündeki inancı da azaltmıştır. Bu bağlamda Türkiye Suriye ilişkilerindeki dönüm noktalarından biri şüphesiz 22 Haziran 2012 tarihinde Suriye hava sahasını ihlal eden F-4 Phantom tipi Türk savaş uçağının rejim tarafından düşürülmesi olmuştur. Bu olaydan sonra dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Şam yönetiminin artık Türkiye için bir tehdit haline geldiğini belirterek Suriye'yle ilgili askeri angajman kurallarının değiştirildiğini açıklamıştır (BBC, 2012). 11 Mayıs 2013 tarihinde Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde bomba yüklü iki aracın infilak etmesi sonucu 49 Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının hayatını kaybetmesi sonrasında olayın failleri olarak Suriye devletinin istihbarat birimi olarak Al-Muhaberat gösterilmiştir. Dönemin Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç, 'olağan şüpheli' olarak Suriye istihbaratını işaret etmiş ve "Suriye El Muhaberatı olağan şüpheli noktasındaki düşüncemizdir. Suriye tarafından planlanıp icra edildiğini gösteriyor" şeklinde açıklama yapmıştır (BBC, 2013).  Türkiye-Suriye ilişkilerinde bunlar yaşanırken ülke içindeki protestolar da artan bir silahlı çatışmaya doğru evrilmiştir. Özellikle radikal Sünni gruplar silahlı direnişin taşıyıcısı olmaya başlamıştır. Bu gruplar kendilerine katılan yabancı savaşçıların daha önce Afgansitan, Çeçenistan ve Irak gibi ülkelerde savaşmalarından gelen savaş tecrübesi ayrıca finansal güçlerinden dolayı ılımlı muhalifleri bastırarak ülkenin çeşitli bölgelerini kontrol etmeye başlamışlardır(Orhan, 2014b).  Bir yandan rejimin hedef gözetmeksizin uyguladığı şiddet diğer yandan terör örgütlerinin baskısı ve şiddeti arasında sıkışan Suriye halkı ise Türkiye başta olmak üzere bölgedeki diğer ülkelere ve Avrupa’ya doğru kitlesel şekilde göç etmeye başlamıştır. Bugün dünyanın en fazla sığınmacısını barındıran Türkiye’de geçici koruma kapsamı altındaki Suriyeli sayısı 3.580.263’e ulaşmıştır (GİGM, 2020).  Türkiye’nin Suriye politikasındaki en belirleyici gelişme ise şüphesiz bir süredir devam etmekte olan Çözüm Sürecinin Temmuz 2015’te IŞİD’in Suruç’ta gerçekleştirdiği saldırıyı bahane ederek PKK tarafından sona erdirilmesi olmuştur. Bir taraftan PKK Türkiye içinde saldırılarını arttırırken diğer tarafta PKK’nın Suriye kolu olan PYD ise IŞİD’e karşı verdiği mücadele sayesinde dünya kamuoyunun ilgi odağı olmuştur IŞİD’in bir aktör olarak Suriye iç savaşına dahil olması onunla mücadele eden aktörlere meşruiyet kazandırması gibi bir sonuç doğurmuştur. Türkiye ise PYD’nin PKK’nın doğal uzantısı olduğunu dolayısıyla bir terör örgütü olduğunu Fırat nehrinin batısına geçmesinin kendi kırmızı çizgisinin ihlali olacağını muhataplarına bildirmiştir. Ancak IŞİD’in ortaya koyduğu vahşet bir yandan Esad sonrası için Batı’da daha büyük tedirginlik yaratırken diğer taraftan da PYD’yi meşrulaştırıcı bir işlev görmüştür. 

Suriye’de iç savaşın ilk dönemlerinde sivil muhalefeti örgütleyip rejimi devirmek gibi bir politikayla hareket eden Türkiye daha sonra Esad’ın uyguladığı şiddeti gerekçe göstererek A.B.D başta olmak üzere Batı’nın müdahalesi ile rejimin devrilmesi politikasını izlemiştir. İç savaşın şiddetlenmesinden sonra yaşanan sığınmacı sorunu ve özellikle PYD’nin ABD’nin desteği ile Suriye’nin kuzeyinde giderek güçlenmesi gibi sebeplerden dolayı ise Baas Rejimin devrilmesi öncelikli olmaktan çıkmış bunun yerine sınır güvenliği ve kitlesel göçün durdurulması politikası birincil hedef haline gelmiştir. 

4.1 Rusya’nın Suriye Politikası 

Suriye’deki protestoların yakıcı bir iç savaşa dönmesinin en büyük sebeplerinden biri Rusya’nın izlediği Suriye politikasıdır demek abartı olmayacaktır. Krizin ilk günlerinden itibaren kararlı bir şekilde Esad rejimin yanında olduğunu belirten Rusya gerek askeri gücü gerekse Birlemiş Milletler Güvenlik Konseyinde aldığı net tavırla rejim üzerine uluslararası bir baskının veya müdahalenin önüne geçmiştir. Sovyetler döneminden itibaren iyi ilişkiler kurduğu Suriye, Rusya açısından her zaman stratejik öneme haiz bir ülke olmuştur. Özellikle 1971 yılında Sovyetler Birliği ile Suriye arasında imzalanan antlaşmayla Tartus Limanında askeri bir üsse kavuşan Rusya için bu üs aynı zamanda Akdeniz’e çıkış kapısı olarak da görülmektedir. Rusya’nın, Esad sonrası yeni gelecek olası Batı destekli yönetimin Rusya’nın bu stratejik konumunu garanti edeceğine dair bir güveni bulunmamaktadır(Aslanlı, 2018; Osman & Meram, 2016) .  Diğer taraftan Sovyetlerin dağılmasının ardından iç politikaya yönelen Rusya özellikle Putin dönemine kadar Ortadoğu ile yeterince ilgilenememiş ABD’nin çevreleme politikasına yeterli reaksiyonu verememiştir. Suriye meselesi bu bağlamda yeniden küresel güç olduğunu göstermek ve ABD’nin çevreleme politikasının önüne geçmek için bir sıçrama tahtası olarak değerlendirilmiştir (Aslanlı, 2018). Ayrıca bölgede yükselen radikal grupların, bünyesinde yaklaşık 20 milyon Müslüman nüfusa sahip olan Rusya’nın iç güvenliğini etkileme olasılığı da Suriye krizine doğrudan müdahil olmasının sebeplerinden biri olarak görülmektedir(Aksoy, 2019). Son olarak ekonomisi büyük oranda enerjiye ve silah satışına bağlı bir ülke olan Rusya açısında enerji arzı güvenliği de Suriye politikasının önemli bir unsuru olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda hem doğal kaynakları açısından hem de enerji nakil yolu olabilme potansiyeli açısında Suriye, Rusya’nın enerji jeopolitiğinde önemli bir yer tutmaktadır. Petrol fiyatlarının 2008 ekonomik krizinden itibaren istikrarlı düşüşünde en çok etkilenen ülkelerden biri olan Rusya için Ortadoğu’da yaşanan kaos ortamı bir yandan petrol fiyatlarını arttırırken diğer yandan da Rusya silah piyasası için uygun bir talep ortamı yaratmaktadır. Ancak bu kaos ortamının kontrolden çıkması Rusya’nın kazanımlarını da tehdit edebileceği için belli oranda kontrollü kaos yöntemiyle Suriye politikasını dizayn etmektedir. Dolayısıyla Rusya’nın genelde Ortadoğu özelde ise Suriye politikası: Bölgesel anlamda siyasi, askeri ve ekonomik çıkarlarını savunmak, küresel güçler dengesi çerçevesinde Ortadoğu’daki etkin konumunu muhafaza etmek ve Arap Baharının kendi iç siyasi bağlamı üzerinde yaratabileceği etkilerin önüne geçmek şeklinde özetlenebilir (Erşen, 2014).

4.2 Suriye İç Savaşı ve Gerginleşen Türkiye-Rusya İlişkileri

Türkiye, Suriye’de yaşananlardan Esad rejimini sorumlu tutarken Rusya ise İran’la birlikte Esad rejimin en büyük destekçisi olarak Türkiye’nin de içinde bulunduğu Batılı güçleri sorumlu tutmuştur. İki ülke arasındaki görüş ayrılıkları daha sonra başka meselelerde gün yüzüne çıkmıştır. Suriye’den gelebilecek olası tehditlere karşı NATO sınırlarına Patriot füzeleri yerleştirilmesi talebi Rusya tarafından eleştirilmiştir. Her iki ülkenin de terör örgütü olarak gördüğü IŞİD’e karşı mücadelede ABD öncülüğündeki uluslararası koalisyonla birlikte hareket etmek için Türkiye’nin şart koştuğu güvenli bölge meselesinde ise Moskova bunun için Güvenlik Konseyinin onayı gereklidir hatırlaması yaparak bir anlamda güvenli bölgeye karşı olduğunu belirtmiştir (Erşen, 2016). Ancak hiçbiri iki ülke arasındaki ilişkilerde 24 Kasım 2015 tarihinde Türk hava sahasını ihlal eden Rus Jetinin Türk jetleri tarafından düşürülmesi kadar ciddi bir test olmamıştır. Bu olay Soğuk Savaş yılları da dahil olmak üzere Türkiye ve Rusya arasındaki en büyük kriz haline gelmiştir (Özlük, 2015). Olayın ardından Cumhurbaşkanlığı angajman kuralları çerçevesinde uçağın düşürüldüğünü belirtirken Rus tarafından Savunma Bakanı Sergey Şoygu ise sınır ihlali yapılmadıkları yönünde açıklamada bulunmuştur. Bu gelişme üzerine Türkiye’ye ziyaretini erteleyen Rusya Dışişleri bakanı Sergey Lavrov, Rus vatandaşlarının Türkiye’ye seyahat etmemeleri yönünde uyarılarda bulunmuştur (NTV, 2015). Rusya’nın ilişkilerin normalleşmesini için Türkiye’nin resmi olarak özür dilemesi, yaşanan olayla ilgili olarak tazminat ödemesi ve uçağın düşürülmesinden sorumlu olan kişilerin cezalandırılması şeklindeki talepleri Türkiye tarafından haklı olunan bir meselede geri adım atmak şeklinde görülmüş ve bu talepler yerine getirilmemiştir (Milliyet, 2015). İlerleyen günlerde Rusya Türkiye’ye karşı başta ticaret ve turizm olmak üzere bir takım yaptırımları devreye sokmuş ve 2014’te 31 milyar dolar, 2015’te ise 25 milyar dolar seviyesinde seyreden ikili ticaret hacmi 2016’nın ilk yarısında 7,3 milyar dolara gerilemiştir (Sputnik, 2016). Türkiye’yi ziyaret eden Rus turistlerin sayısı 2014’te 4,5 milyon, 2015’de 3,5 milyon civarındayken Moskova’nın yaptırımları nedeniyle 2016’nın ilk altı ayında bir önceki seneye göre %87 oranında gerilemiştir (Habertürk, 2016).  Rusya’nın Türkiye’ye uyguladığı bu yaptırımlar Rus ekonomisini de olumsuz etkilemiştir. Kırım meselesi yüzünden Batı’nın bir takım yaptırımlarına uğrayan Rusya ekonomisi petrol fiyatlarının da gerilemesiyle 2015 yılında %4 küçülmüştür. Önemli ticaret ortaklarından biri olan Türkiye ile de ekonomik ilişkilerini minimum düzeye indirilmesi ülke ekonomisini daha da zora sokmuştur. Ayrıca bu krizden sonra Akkuyu Nükleer Santrali ve Avrupa’ya doğalgazı Ukrayna üzerinden satan Rusya için 2014’te imzalanan Rus gazının Karadeniz’den geçerek Türkiye üzerinde Avrupa’ya ulaşmasını sağlayacak Türk Akımı boru hattı projesinin askıya alınmıştır. Özellikle Türk Akımı Projesi, Rusya’nın Avrupa’ya doğalgaz naklinde Ukrayna’ya bağımlılığı azaltacak olması açısından önemlidir. 

 

 

4.3 İlişkilerde Normalleşme ve Artan İşbirliği 

Türkiye açısında ilişkilerin normalleşmesi yönündeki net adımlar 15 Temmuz 2016 tarihinde yaşanan başarısız darbe girişimi sonrasına rastlamaktadır. Batılı ülkelerin darbe girişimine karşı tepkisiz kalmaları buna karşılık Rusya’nın hükümetin yanında yer alan tavrı bu iki ülke ilişkilerinde yeniden yakınlaşmayı sağlayan en önemli faktörlerden biri olmuştur. Takip eden aylarda Erdoğan ve Putin birçok kez telefonda görüşmüş ve Putin’in Ekim ayında İstanbul’da düzenlenen Dünya Enerji Kongresine katılmıştır. Bu kongrede Uçak krizinde askıya alınan Türk Akımı projesi için nihai anlaşma imzalanmıştır (Erşen, 2016). Uçak krizinden sonra Rusya’nın özellikle doğalgaz tedarik düzeninin aksamaması yönünde herhangi bir yaptırım uygulamaması ve ilişkilerin normalleşmesinin ardında ilk icraatlerden biri olarak Türk Akımı Projesinin nihai anlaşmasının imzalanması, 2000’li yıllar boyunca iki ülke arasındaki siyasi konuların ekonomik konularından ayrı bir şekilde değerledirilmesini esas alan“kompartmanlaşma” politikasının devam ettiğini göstermesi açısından önemlidir. 

Türkiye’nin 2015 yılı sonrası yeniden kurguladığı Suriye politikası da Rusya ile olan ilişkilerine olumlu anlamda yansımıştır. Krizin başlarından itibaren muhalfleri örgütleyip rejimi devimek isteyen Türkiye, bu konuda istediği sonuçları alamamıştır. Daha sonra başta ABD olmak üzere Batı’nın Esad Rejimine müdahaleye zorlamış fakat Obama yönetimini bu konuda ikna edememiştir. Özellikle 2014 yılında Musul’u işgal eden IŞİD’in kısa sürede Suriye topraklarına yayılması Suriye iç savaşında tüm aktörler açısından yeni bir dönem başlatmıştır. IŞİD’in gerek Suriye ve Irak’ta gerekse Türkiye ve Batılı ülkelerde ortaya koyduğu vahşet ABD başta olmak üzere Batılı ülkeler nezdinde Suriye krizini rejim krizi olmaktan çıkartmış “Terörler Mücadele” bağlamına oturtmuştur. ABD tarafından son yıllarda karşılaşılan en büyük tehdit olarak nitelenen IŞİD’in bertaraf edilmesi için Başkan Obama 10 Eylül 2014 tarihinde ülkesinin örgüte yönelik stratejisini açıklamıştır. 4 ayaklı plan hava saldırıları, terörle mücadele kapasitesinin artırılması, yerel güçlerin desteklenmesi ve insani yardımın artırılmasını içermektedir (Orhan, 2014a). Yerel güçlerin desteklenmesi konusunda ABD’nin IŞİD ile mücadele için PYD’yi meşru bir aktör olarak ön plana sürmesi Türkiye’de devam eden Çözüm Sürecenin de sona ermesiyle birlikte iki ülkenin Suriye politikasında ve ikili ilişkilerinde büyük bir kırılma yaratmıştır. 15 Temmuz sonrası iki ülke arasında iyice derinleşen güvensizlikle birlikte Türkiye açısından ulusal güvenliğine mutlak tehdit olarak görüdüğü PYD konusunda Rusya’yı, ABD’ye karşı bir denge unsuru olarak ön plana çıkarmıştır.

Türkiye, Rusya ile olan ilişkilerinde yalnızca enerji alanında değil askeri ve siyasi alanlarda da işbirliğini arttırmaya gitmiştir. Özellikle 2017 yılında S-400 hava savunma sistemlerinin alımı konusunda yapılan anlaşma ve Suriye iç savaşının siyasi çözümü noktasında başlatılan, Cenevre sürecine alternatif teşkil edebilecek düzeyde İran’ın da dahil olduğu Astana ve devamındaki Soçi süreci Türk-Rus ilişkilerinde yeni bir boyut olarak karşımıza çıkmaktadır. Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte güvenlik anlayışını revize etmeye başlayan Türkiye’nin gündeminde hava savunma sistemleri, ağırlığı gittikçe artan konulardan biri olmuştur. Özellikle Suriye iç savaşıyla birlikte gerek güney sınırında PYD’nin gittikçe artan gücü gerek komşusu İran’ın artan balistik füze kapasitesi sebebiyle bu sistemler Türkiye’nin yeni savunma stratejisi kapsamında daha da önemli bir hale gelmiştir. Bu kapsamda ABD’den Patriot füzelerini alma konusunda girişimler başarısız kalınca diğer alternatiflere yönelen Türkiye Aralık 2017 yılında Rusya’dan S-400 hava savunma sistemlerinin alımı konusunda anlaşma imzalamıştır (Sönmez, 2019). Suriye iç savaşının başından beri gerek Devrim Muhafızları Ordusuna bağlı Kudüs gücü ile gerek Hizbullah ve çeşitli milis grupları ile Esad Rejimin en büyük destekçilerinden biri olan İran, 2015 yılından itibaren bizzat askeri unsurları ile Suriye’de bulunan Rusya ve Fırat Kalkanı daha sonra Zeytindalı ve Barış Pınarı hareketleriyle birlikte askeri unsurlarıyla sahada alan kontrol etmeye başlayan Türkiye’nin bir araya gelerek Astana’da başlattıkları süreçle Suriye iç savaşında yeni bir aşamaya geçilmiştir. Astana’daki görüşmelerde Suriye’de ateşkesin sağlanması ve ateşkes sonrası süreçte siyasi adımların gündeme alındığı bu görüşmelere IŞİD, El Nusra ve PYD dahil edilmemiştir (Köstem, 2017). Her ne kadar bu görüşmeler sonunda görece bir ateşkes sağlansa da özellikle Türkiye ve Rusya arasındaki terör örgütlerinin tanımı noktasında bir uzlaşmanın olmadığı da açıkça görülmüştür zira Türkiye’nin PYD konusundaki hassasiyeti Rusya cephesinde karşılık bulmamıştır. Terör örgütlerinin tanımı konusunda iki ülke arasında yaşanan bu görüş ayrılığı daha sonra özellikle İdlib konusunda daha da kritik bir gündem maddesi olarak karşımıza çıkmaktadır. 

SONUÇ

Geleneksel dönemde ülkeler arasındaki siyasi anlaşmazlıklar çoğu zaman savaşlarla sonuçlanmaktayken karşılıklı bağımlılık olgusunun arttığı özellikle 1970’li yıllar sonrası ülkeler arasındaki konvansiyonel savaşların gittikçe azaldığını görmekteyiz. Bu yeni dönemde ülkeler için savaşın maliyeti giderek artmış bu durum ise işbirliği zeminini güçlendirmiştir. 1970’li yıllardan itibaren ekonomik alanda gelişen karşılıklı bağımlılık ilişkileri kitle iletişim araçlarındaki artış ve genişleme ile toplumlar arası bağları da güçlendirmiştir. Bir ülkede yaşanan bir sorun hızlı bir şekilde başka ülkelerde yaşayan insanları da doğrudan etkilemeye başlamıştır. Ülkelerin çeşitli sektörlerinin, piyasalarının ve bankacılık sistemlerinin birbirlerini giderek entegre olduğu bu dönemde devlet dışı aktörlerin de önemi giderek arttırmıştır. Ülkelerde bulunan devlet dışı aktörlerin birbirleriyle ilişkilerinin dolayısıyla bağımlılıklarının artması devletleri dış politika oluştururken bu yapıları da göz önünde bulundurmalarına sebep olmaktadır. Öte yandan iletişim araçlarındaki artış toplumların devlet poltikalarına etkileme kapasitlerini arttırmıştır. Küreselleşme öncesi dönemde iç politika ve dış poltika ayrımı daha keskinken iletişim araçlarının gelişimiyle birlikte toplumların devletlerin dış politikalarından daha fazla haberdar olmasını sağlamış dolayısıyla iç politika-dış politika ayrımı giderek anlamsız hale gelmiştir. Bu durum özellikle gelişmiş Batı tipi demokrasilerde devletlerin dış politika yapımında sınırlandırıcı bir işlev görmekte ve politikacıları çatışmadan çok işbirliğine sevk etmektedir. Realizmin ön gördüğü sadece devletin çıkar ve güç mücadelesine indergeyen uluslararası ilişkileri yaklaşımının aksine devlet dışı aktörlerinde hesaba katıldığı daha çoğulcu bir uluslararası ilişkiler yaklaşmına ihtiyaç duyulmuştur. R. Khoane ve J. Nye askeri gücün önemini hafife almadan onun yanında yukarıda değindiğimiz diğer bir çok faktörü de dikkate alarak ortaya attıkları “Karşılıklı Bağımlılık Teorisi” devletler arası ilişkileri açıklamada daha kapsamlı bir çerçeve sunmaktadır. 

Bu bağlamda bölgenin iki güçlü devleti olan Türkiye ve Rusya aralarındaki ilişkilerde birbirleriyle olan karşılıklı bağımlılıklarının farkında olarak hareket etmektedir. Doksanların ikinci yarısından itibaren iki ülke arasında artmaya başlayan işbirliği Suriye krizinde de devam etmiş özellikle 15 Temmuz 2016 tarihinde Türkiye’de yaşanan başarısız darbe girişiminin ardından stratejik alanlara doğru genişlemiştir. İki ülkenin özellikle doksanların ikici yarısı ile ekonomik alanda başlayan işbirlikleri 2000’li yıllar sonrası iki ülkenin iç politikasında yaşanan gelişmelerin de etkisiyle ivme kazanmıştır. Türkiye için Rusya enerji talebini karşılama noktasında güvenli bir tedarikçi haline gelirken Rusya içinde Türkiye artan nüfusu ve büyüyen ekonomisi ile güvenilir bir pazar haline gelmiştir. Burada Türkiye için her ne kadar asimetrik bir ilişki ortaya çıksa da; Rusya’nın Avrupa’ya doğal gaz nakil hattında Ukrayna’ya olan bağımlılığı ve bu ülke ile yaşadığı sorunlar Türk Akımı gibi projelerde de görüldüğü üzere Rusya için Türkiye’yi alternatif nakil güzergahı olarak gündeme getirmektedir. Ayrıca son dönemlerde özellikle petrol fiyatlarında yaşanan düşüş büyük oranda doğal kaynaklara bağlı Rus ekonomisini sıkıntıya sokmaktadır. Ukrayna ile yaşanan Kırım meselesi sebebiyle çeşitli yaptırımlarla zaten zor durumda olan Rus ekonomisi Türkiye gibi değerli bir ekonomik partneri kaybetmeyi göze alamamaktadır. Ayrıca Suriye’de iç savaşın maliyeti tüm taraflar için her geçen gün artmaktadır. Rusya içinde bu durum böyledir ve Suriye ile 911 km’lik sınırı olan öte yandan güçlü bir ordusu ve devlet geleneği olan Türkiye ile girişilecek çatışma Rus ekonomisinin de kaldırabileceği bir durum değildir. Tüm bu sebepler Türkiye ve Rusya arasında var olan özellikle enerji alanındaki asimetrik karşılıklı bağımlılık ilişkisini Türkiye lehine dengeleyici unsurlar olarak ön plana çıkmaktadır. Öte yandan 2000 sonrası Rusya’da neo-avrsayacılığın temsilcisi olarak Putin, Türkiye’de ise özellikle 15 Temmuz sonrası Milliyetçi-Muhafazakarlığın temsilcisi olarak Erdoğan liderliği bu iki ülke arasındaki enerji alanındaki bağımlılık ilişkisini daha jeopolitik ve siyasi iş birliğine dönüşmesi bağlamında uygun bir zemin yaratmaktadır. 

Türkiye ve Rusya arasında var olan karşlıklı bağımlılık ilişkisi Suriye krizinde iki ülkenin de birbirine karşı hareket serbestisini kısıtlamaktadır. Sahadaki iki büyük aktör olarak Türkiye ve Rusya’nın, Suriye’nin geleceğine dair birçok konuda ayrı düşündükleri bilinen bir gerçektir Ancak Suriye’de farklı politikalar izleyen bu iki ülkenin diğer alanlarda geliştirdikleri işbirliklerinde mutlak fayda kaybına uğramamak için aralarındaki ekonomik ve siyasi ilişkileri çoğu zaman ayırdıklarını görmekteyiz. Suriye meselesi önümüzdeki yıllarda da iki ülke arasındaki ilişkilerin geleceği açısında belirleyici olmaya devam edecektir.. Bu ilişkiler her ne kadar zor ve kırılgan bir zemin üzerinde yürütülse de iki ülkenin içindeki bulundukları öznel ekonomik ve toplumsal şartlar çatışma yerine daha az maliyetli olan uzlaşının ön planda olduğu bir ilişki biçimine işaret etmektedir. 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KAYNAKÇA

 

Akbaş, Z. (2012). Ortadoğu’da Değişim Süreci ve Türk Dış Politikası. Akademik Yaklaşımlar Dergisi, 3(1), 51-73. 

Aksoy, M. (2019). Rusya’nın Ortadoğu’ya Bakışı. Ortadoğu Analiz, 89(10), 68-71. 

Aslanlı, A. (2018). Rusya'nın Suriye Politikası (pp. 1-7): ORSAM.

BBC. (2012). 'Suriye ile ilgili tehdit algımız değişti'.   Erişim 07.05.2020,  https://www.bbc.com/turkce/haberler/2012/06/120626_erdogan_syria

BBC. (2013). Reyhanlı saldırıları: 7 soruda olup bitenler.   Erişim 07.05.2020,  https://www.bbc.com/turkce/haberler/2013/05/130513_reyhanlida_ne_oldu

BBC. (2020). Türkiye Ekonomisi Açısından Rusya İle Ticari İlişkiler Ne Kadar Önemli?   Erişim 04/05/2020,  https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-51385834

Burchıll, S. (2019). Liberalizm (M. Ağcan & A. Aslan, Trans.). In P. Macmillan (Ed.), Uluslararası İlişkiler Teorileri (pp. 85-120). İstanbul: Küre 

Carr, E. H. (2015). Yirmi Yıl Krizi 1919-1939 (C. Cemgil, Trans.). İstanbul Bilgi Üniversitesi: İstanbul.

Çelikpala, M. (2015). Rekabet ve İşbirliği İkileminde Yönünü Arayan Türk-Rus İlişkileri. Bilig, Kış 2015(72), 117-144. 

Çetinsaya, G. (2008). Orta Doğu İle İlişkiler. In H. Çakmak (Ed.), Türk Dış Politikası 1919-2008 (pp. 928-930). Ankara: Platin.

Davutoğlu, A. (2009). Stratejik Derinlik: Türkiye'nin Uluslararası Konumu: Küre.

Demiryol, T. (2018). Türkiye-Rusya İlişkilerinde Enerjinin Rolü: Asimetrik Karşılıklı Bağımlılık ve Sınırları. Gaziantep University Journal of Social Sciences, 17(4), 1438-1455. 

Erşen, E. (2014). Rusya’nın Arap Baharı Politikası. P. Paksoy ve A. Gözkaman (Ed.), Arap Baharı Üzerine Değerlendirmeler, Detay Yayıncılık, 115-135. 

Erşen, E. (2016). Suriye Sorunu Gölgesinde Türkiye-Rusya İlişkilerinde Normalleşme Süreci. Marmara Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 3(2), 153-171. 

ETKB. (2018). Doğal Gaz Boru Hatları ve Projeleri.   Erişim 04/05/2020,  https://www.enerji.gov.tr/tr-TR/Sayfalar/Dogal-Gaz-Boru-Hatlari-ve-Projeleri

GİGM. (2020). Geçici Koruma Kapsamı Altındaki Suriyeliler.   Erişim 07.05.2020,  https://www.goc.gov.tr/gecici-koruma5638

Gözen, R. (2017). İdealizm. In R. Gözen (Ed.), Uluslararası İlişkiler Teorileri (pp. 67-117). İstanbul: İletişim 

Gürkaynak, M., & Yalçıner, S. (2009). Uluslararası Politikada Karşılıklı Bağımlılık ve Küreselleşme Üzerine Bir İnceleme Uluslararası İlişkiler Akademik Dergi, 6(23), 73-92. 

Habertürk. (2016). Rus Turist Sayısı Yüzde 87,4 Azaldı.   Erişim 09/05/2020,  https://www.haberturk.com/ekonomi/turizm/haber/1273217-rus-turist-sayisi-yuzde-87-4-azaldi

Kakışım, C. (2019). Karşılıklı Bağımlılık Kapsamında Türkiye-Rusya Enerji İlişkilerinin Analizi. Uluslararası Siyaset Bilimi ve Kentsel Araştırmalar Dergisi, 7(1), 67-89. 

Kaya, S. (2008). RUS DIŞ POLİTİKASINDA GELENEKÇİ-MODERNİST UNSURLARIN ANALİZİ VE BATI (Doktora Tezi), Uludağ Üniversitesi, Bursa.   

Khoane, R. O., & Nye, J. (1977). Power and Interdepence: World Polıtıcs in Transition. Litte Brown: Boston.

Kılınç, R. (2016). İdeoloji ve Dış Politika: Türkiye'de Kemalist (1930-1939) ve İslamcı (2011-2015) Dış Politikaların Karşılaştırmalı Bir Analizi. Uluslararası İlişkiler/International Relations, 13(52), 67-88. 

Kirişçi, K. (2011). Turkey’s Demonstrative Effect’ and the Transformation of the Middle East. Insight Turkey, 13(2), 34. 

Köse, T. (2011). Türk Dış Politikasının Ortadoğu’daki Yeni Kimliği ve Çatışma Çözümlerini Keşfi: Türk Dış Politikası Yıllığı 2010.

Köse, T. (2014). Türkiye'nin Kuzey Afrika ve Ortadoǧu Bölgesindeki Gücü: Zorlayıcı Olmayan Gücün İmkân ve Sınırları. Uluslararası İlişkiler/International Relations, 29-61. 

Köstem, S. (2017). Astana Görüşmeleri ve Rusya’nın Suriye’de Çözüme Bakışı. Ortadoğu Analiz, 9(79), 18-19. 

Milliyet. (2015). "Rusya'nın barışmak için 3 şartı var".   Erişim 09/05/2020,  https://www.milliyet.com.tr/dunya/rusyanin-barismak-icin-3-sarti-var-2163380

NTV. (2015).   Erişim 09/05/2020,  https://www.ntv.com.tr/turkiye/rus-savas-ucagi-dusuruldu,_mP74HrTmEe3cc8qXBIqrA

Oğuzlu, T. (2012). Komşularla Sıfır Sorun Politikası: Kavramsal bir Analiz. Middle Eastern Analysis/Ortadogu Analiz, 4(42). 

Orhan, O. (2014a). ABD’nin Suriye’de IŞİD ile Mücadele Stratejisi ve Türkiye. ORSAM Bölgesel Gelişmeler Değerlendirmesi(17). 

Orhan, O. (2014b). SURİYE İÇ SAVAŞI VE ORTADOĞU’DA GÜVENLİK. Ortadoğu Analiz, 6(63), 38-39. 

Osman, A., & Meram, T. (2016). Rusya-Suriye İlişkilerinin Tarihsel Arka Planı. KSÜ Sosyal Bilimler Dergisi, 13(2), 285-306. 

Özlük, E. (2015). “Türkiye ve Rusya Arasındaki Uçak Krizi ve Özür Meselesi. ORSAM, 35(2). 

Sönmez, G. (2019). S-400 İLE F-35 ARASINDA TÜRKİYE-ABD VE TÜRKİYE-RUSYA İLİŞKİLERİ. ORSAM

Sönmezoğlu, F. (2019). Uluslararası Politika ve Dış Politika Analizi. İstanbul: DER Yayınları.

Sputnik. (2016). “Rusya ve Türkiye’nin Ticaret Hacmi Yüzde 40’tan Fazla Düştü”,.   Erişim 09.05.2020,  https://tr.sputniknews.com/rusya/201608161024399837-rusya-turkiye-ticaret/

Wıltse, E. Ç. (2014). Liberalizm, İşbirliği, Kolektif Güvenlik ve Neoliberal Kurumsalcılık. In E. Balta (Ed.), Küresel Siyasete Giriş Uluslararası İlişkilerde Kavramlar, Teoriler, Süreçler (pp. 133-146). İstanbul: İletişim Yayınları.

Yanık, L. K. (2015). Liberalizm: Bir Yazın Değerlendirmesi. Uluslararası İlişkiler Akademik Dergi, 12(46), 35-55. 

Yılmaz, S., & Kalkan, D. K. (2017). Enerji Güvenliği Kavramı: 1973 Petrol Krizi Işığında Bir Tartışma. Uluslararası Kriz ve Siyaset Araştırmaları Dergisi, 1(3), 169-199. 

 

2024-01-28 Oğuz Kaban

Türkler ölüyor

30 yıl önceydi. Çocuktum. Dün gibi dehşeti hatırlıyorum. Televiyzon başında Almanca okunan haber bugün bile kulaklarımda çınlıyor: ‘’Nie wieder’’ (Bir daha asla) diyordu muhabir. Bir daha asla. Ders alındı zannediyordum. Bir daha asla yabancı düşmanlığı yapılmayacaktı, bir daha yuvalar yakılmayacak,...

Harun Reşit Aydın 2024-04-07