Devletin alamet-i farikası hukuktur. Hukuk olmayınca devlet dar bir grubun çıkarlarını temsil eden bir eziyet dişlisine döner.
Hans Kelsen
Siyasal iktidarın kurallar, teamüller ve kanunlar tarafından kısıtlanması yani öz anlamıyla “anayasacılık” bugüne ait bir kavrayış değildir. Antik Yunan’dan, Roma’ya yahut Rönesans’a uzanan süreçte mezkûr olgu evrimleşerek günümüze kadar gelmiş ve bugün ise yeni bağlamların içerisinde makes bularak “liberal demokrasinin” mütemmim cüzü haline gelmiştir. Yeryüzünde bazı siyaset kuramları ve okuyuşları içerisinde yönetenin gücünü, yönetilenlerin lehine kısıtlamak, yönetimsel keyfiliği engellemek, arzu edilen bir haslet olarak ön plana çıkmaktadır. Günümüzde siyasal iktidarlar sivil, siyasi, ekonomik hakları içkin bir insan hakları duvarıyla sınırlanmakta, ayrıca kuvvetler ayrılığı ilkesi de anayasacılığın özünü oluşturmaktadır. Bu iki olgunun ilki insanların siyasal iktidarın gadrine uğramalarını icra dışı denetleyiciler ile engellenirken, kuvvetler ayrılığı ile devleti kazanılması gereken mevzi gibi tahayyül eden hiziplere karşı emniyet sağlamaktadır
İşin tarihselliği göz önüne alındığında Thomas Hobbes’un iktidarı ima eden “Leviathan’ı” kısıtlanması, denetlenmesi gereken bir deniz canavarıdır. Aristo’nun iyi yasa fikri, Montesquieu’nın devleti farklı siyasi erklerin temsiliyetine dayanan, monarkın, aristokrasinin ve halkın güçler dengesini ifade eden siyasal görüsü ise kuvvetler ayrılığını işaret eder. John Locke ise yasayı yapanlarla, yürütenlerin aynı kişiler olmasını siyasal toplumun hayrına olmayacağını, aksine yöneticilerin çıkarına olacağını düşünürken, mahut fikri, kuvvetler ayrılığını fenomenini imler.
Türkiye’nin demokrasi ile tanışma süreci, evrimsel tekâmül olarak algılandığında çok uzun bir süreye yayılır. Demokratikleşmenin başlangıcını bir monarkın yetkilerini, yönetilenler lehine budanması olarak düşünüldüğünde, mezkûr süreç tarihsel bir zorlama ile Senedd-i İttifaka kadar götürülebilir. Daha sonrasında gelişen Tanzimat ve Islahat Fermanları ise bu tekâmül sürecinin parçası olarak değerlendirilebilir. Lakin yazının temel motivasyonu yukarıda yazılanlardan mülhem tarihsel bir kuram okuması olmadığından, Türkiye Cumhuriyeti’ndeki demokratikleşmenin tarihsel serüveni üzerinden okumak daha makul olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti çok uzunca bir süre parti-devlet evliliği içerisinde CHP’nin meşum tek parti idaresi içerisinde yönetilmiştir. Gazi Paşa’nın çok partili demokrasiye geçiş çabaları, yani murakabeyi sağlamak adına ihdas ettirdiği -Serbest Cumhuriyet Fırkası gibi- deneyiminin başarısızlığı tarihi bir vesikadır. Ancak değinilmesi gereken bu tür çabaların hayal kırıklığından ziyade, hükümet denetimine dair kurucu idarenin tavrıdır. Cumhuriyetin banileri ve kurucu parti için meclis denetimi demek; kendi içerisinden gelen uysal bir muhalefetin ihdası ile güdümlü bir demokrasi yaratmak, bu evliliği dış politikada herhangi bir hilafa mahal vermeden meseleyi uhulet ve suhulet içerinde halletmek olduğu makul bir önerme olarak tecessüm etmektedir.
Türkiye’nin 1946’da Demokrat Parti’nin kurulmasıyla başladığı düşünülen çok partili yaşamın, genel itibariyle İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında gelişen dış politikanın icbar ettiği bir fenomen olarak kurgulanır. Ancak İsmet Paşa’nın 1939 yılında İstanbul Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmada meclis murakabesinin sağlanmasının şart olduğuna dair söylemleri, bizi mevzuyu sadece dış politika ekseninde okumaktan alıkoyar. Zaten Cumhurbaşkanı’nın vesilesi ile kurulan Müstakil Grup meclis denetiminin sağlanmasına dair iyi niyetli bir çaba olmakla beraber yetersizdir. Çünkü mezkûr grubun üyelerini vekil namzeti olarak belirleyen de İnönü’dür. 1946 yılında kurulan Demokrat Parti de tıpkı daha öncelerinde olduğu gibi, CHP’nin içerisinden çıkan bir grup ile olmuştur.
Lakin unutulan husus çok partili demokrasiye geçerken, bu olgunun mecbur ettiği adımların atılmamasıdır. En basitinden seçimlerde hâkim güvencesi 1950 seçimlerine kadar temin edilmemiştir. Meclisten çıkacak kanunların anayasaya uygunluğunu denetleyecek bir üst kurum söz konusu değildir. Basın etkilidir ancak onlar da matbuat kanunun dar sınırları altında nefes almaya çalışmaktadır. Gazete ve dergilerin kâğıt alabilmesi için devlete başvurması gerekmekte ki bu durumda basının uysallaşmasını sağlamıştır. Sivil ve siyasal toplum yeterince kuvvetli olmamakla beraber, Türk aydının modernleşme sathı içerisinde “devlet memuru” psikozundan kurtulamaması da bunda etkilidir. Devlet hala birinci işveren durumundadır ve bu kıskanç “bonapartist” tutum sivil uzamın genişlemesine mâni olmaktadır. Ayrıksı sesler çıkaranlar ise bir süre sistemin dışına itilerek yargılandıktan sonra, itiraz ettikleri nizamla barışma yoluna gitmişlerdir. Tek parti döneminde dışlanan hatta yargılanan Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy gibi şöhretli askerler, Hüseyin Cahit Yalçın gibi gazeteciler bir yerden sonra müesses nizam ile uzlaşmışlardır. Yani 1950 yılına gelirken ne meclis tavırlarını ne de hükümetin icra biçimini değiştirecek güçlü bir sivil toplum yoktur. Hatta çıkan kanunları denetleyebilecek bir yargı cihazı da söz konusu değildir.
Aslında İsmet Paşa’nın 1950 seçimleri öncesinde, mahiyeti ile verdiği Taksim Mitinginde şu çarpıcı ifadelerde bulunmaktadır; “Bizi anayasaya aykırı kanunlar çıkarmakla suçluyorlar, Parlamento milli egemenliğin yegâne temsilcisi olduğundan, işte bu sıfatıyla onun onayladığı her kanun anayasal olur.” Bu ifadede tek parti idaresinin milli iradeye yüklediği fonksiyon, diğer tüm denetleyici bağımsız kurumları dışlıyordu. Halefleri Demokrat Parti de farklı bir geleneğin temsilcisi değildi ve denge denetim mekanizmalarının işlevi hususunda sabık hükümet ile aynı fikirleri paylaşıyorlardı. DP’nin muhalefet sathı boyunca denge ve denetim mekanizmalarına gönderme yapan partililer, iktidarı ele aldıktan sonra tek parti döneminin müktesebatıyla hareket etmeye devam etmiştir. Çünkü bu yöntem kullanışlıdır. Seçim sisteminin arazlarından dolayı -bir ilde en çok oyu olan partinin o şehirdeki tüm koltukları kazanması- mecliste oy oranların hilafına bir koltuk aritmetiği yaratmaktadır. 1950 seçimlerinde CHP yüzde kırkın üzerinde oy olmasına rağmen sadece 60 civarı vekil çıkarması buna bir misaldir. Yani iktidarı alan parti meclisi de domine edecek koltuk sayısına ulaşıyor, icraatlarını herhangi bir “vesayet” unsuru ile karşılaşmadan gerçekleştirebilmektedir. DP’nin önde gelen vekillerinden Mükerrem Sarol’un da ifade ettiği gibi; “Tüm kuvvetleri parlamento icra eder” mantığı, anlaşılacağı üzere iktidar değişse de zihinlerin savaş öncesinde kaldığını resmeder. Bu sistem azgın milli iradeciliği sınırlayabilecek bağımsız denge denetim mekanizmaları ise yoksundur.
Paradoksal olarak tek parti devrinde bu durumdan şikâyet etmeyen CHP ise 1955’ten sonra hükümetin icra kuvvetini sınırlayabilecek fikirler ortaya atmaya başlamıştır. CHP, Cumhuriyet Senatosu, Anayasa Mahkemesi gibi kurumların ihdası ile iktidarın gittikçe arttırdığını düşündüğü otoriterleşme eğilimlerini sönümlenebileceğini düşünmüştür, Tarihsel bir ironi olarak, bu demokratikleşme hamleleri 1960 Askeri Darbesi’nin ertesinde hayata geçmiştir.
Türkiye’de merkez sağ partiler, Anayasa Mahkemesi gibi kurumların müdahalelerini genel itibariyle “vesayet” olarak niteleyerek şeytanlaştırmıştır. Demokrasi’nin denge ve murakabe aygıtlarından azade gittiği yolun, DP’nin kurduğu Tahkikat Komisyonlarına, CHP’nin meşum ve hileli 1946 seçimlerine gittiğini unutmamak, tarihi bir nasihat olarak kulağımızın bir kenarından yankılanması iktiza eder. Bugünlerde geçtiğimiz yolların da demokrasi sürecimizin doğum sancıları ile ünsiyeti, nerelerde hata yaptığımızı ve hangi hatalarda ısrar ettiğimizi gösterir.
Anayasa Mahkemesi ve buna paralel olarak hükümet cihazını yatay olarak kontrol eden iç bürokratik müesseseler, daimî olarak Türkiye’de merkez sağın bir açmazı olarak tecessüm eder. 1961 Anayasası, Türkiye’de çok partili demokrasilerin gereği olarak iktidarı hem yatay hem de dikey denge-denetim mekanizmaları ile murakabeye tabi tutan ve hükümetlerin icra yetkisine şerh düşüren bir fenomen olmuştur. Bu itibarla, Demokrat Parti mirasçılığı iddiasını güden, Demirel’in Adalet Partisi gibi sağın açıortayları mütemadi olarak bu durumdan şikâyet etmiştir. Çünkü merkez sağ siyasetin düşünsel evreninde iktidar, halkın kendilerini tevcih etmelerinin ardından bu “milli irade” fetişizmine yaslanarak tüm alanları ve kuvvetleri domine etmesidir. İktidarın çeşitli kurum ve kuruluşlar tarafından sandık dışında denetlenmesi söz konusu dahi olamaz. Söz konusu kuvvetler, milli iradenin tecellisine mâni olan “şeytani üst akıl” tarafından idare edilen, bir vesayet rejimidir. Mutlak kötüdür ve derhal telin edilmelidir.
AKP her ne kadar, milli görüş geleneği içerisinden kopan ancak merkez sağda oluşan devasa gediği behemehal dolduran ve siyasette bir koçbaşı etkisi yaratan partidir. Öte yandan geldikleri siyaset geleneği onları, “Kemalist-laik ceberutlar” tarafından gasp edilmiş devleti, adeta bir dar’ul harp derekesine indirerek, onu yeni bir fetih alanı olarak tasavvur eder. Bu bağlamda, mütemadi aralıklarla, anayasal ve demokratik yatay denetleyici kurumlara yapılan “plebisiter” müdahaleler anlam kazanmaktadır. Öte yandan AKP, merkez sağın iktidarın muktedir olamamasından hayıflanan, yakınmacı siyasetini kendi “geleneksel mağduriyeti” ile simbiyoz haline getirir. Halka aşırı yaslanan ve onun plebisiter varlığını demokratik kurumların hilafına kışkırtmayı başaran iktidar, bunu sadece tahakküm usulleri ile değil, aynı zamanda Gramscsi’den mülhem rıza üretim teknikleri ile yapar. Sınırsız rıza üretimine vesile olacak medya unsurları ile donatılan iktidar, öteden gelen sınırsız oportünizmi ile kendisine çeşitli ittifaklar bulmaktan geri kalmaz. Liberallerden, zamanın şedit milliyetçilerine kadar, ideolojik yelpazenin her köşesi ile şartların icbar ettiği biçimde dirsek ve göz temasını kaybetmez. İşte iktidarın, bunca yıldır süren, politik maharetini tahkim eden unsurların bir bölümü yukarıdaki gibidir.
2024-02-03 Tolga Akyıl