kultur

Devri Alem hikayeleri: Rialto köprüsünde güller

Harun Reşit Aydın




Mis gibi bir bahar havası süzülüyordu etrafta. Çiçeklerin kokusu sanki burnumun içinde tütüyordu. Taş kaldırımlardan yürürken etrafa sevdiğini kaybetmiş, şaşkın aşıklar gibi bakıyordum. Uzun zamandır özlediğim Rialto Köprüsüne ulaşmak için epey yürümüştüm. Sonunda köprünün üzerine çıktım. Her zamanki gibi içime inanılmaz bir korku düştü. Sadece köprünün üzerine kollarımı yaslayıp suyun akışını seyredecektim ama çocukluğumdan kalan bu korku beni terk etmiyordu. Sanki kollarımı köprünün korkuluklarına yaslayıp aşağı baktığımda, herkes toplanıp, intihar edeceğim korkusu ile etrafı ayağa kaldıracaktı, bağıracaktı, bana doğru koşacaktı. Oysa ben orada sadece yalnız kalmak, rüyalara dalmak, aklımdan geçenleri şiire dökmek istiyordum. Sağa sola baktım, köprüde fazlaca insan yoktu. Geçenler de ne yaptığımı umursamıyorlardı bile. Kendimi toplayıp nihayet köprünün kenarına yaslandım ve suyu seyretmeye başladım. O kadar güzel bir sesti ki bu, anlatması mümkün değil. Söylendiği gibi, berrak ve huzur verici.

İçimden bin bir türlü hatıratlar geçiyordu. Sonra mırıldanmaya başladım:

 

Venedik,

Boynundaki altın zincir,

Rialto üstünde bekliyorum.

 

Kaybettiklerimi,

Akan su ile beraber getirmeni bekliyorum...

Rialto yalnız, ben yalnız.

Hani sen Aşk’tın?

Nerede o yazdığın hikayeler,

Binlerin ziyaret ettiği efsaneler?

Sende mi masallardan ibarettin?

Yine de umudumu yitirmedim,

Buradayım.

 

Rialto üstünde bekliyorum...

Geçen kayıkları izliyordum, içinde oturan turistleri, fotoğraf makinasının patlayan flaşlarını. Gündüz vakti flaş kullanmakta nedir, her yer aydınlık diye içimden geçirdim. Arkamdan geçen insanların elindeki kruvasan kokusunu bile alıyordum. Bir ara dalıp gitmişim suyun akışına, birden bir el dokundu arkamdan.

 

Dönüp baktım, karşımda kimse durmuyordu. Galiba bir yanlışlık oldu deyip tekrar dönecekken, gözlerim biraz aşağı doğru kaydı. Dokunan; ufacık, güzel mi güzel, baldan tatlı 7-8 yaşlarında bir kız çocuğuydu. Elbette ilk bakışta o boyda birisini görmem mümkün değildi! Al yanaklarının arasından utangaçlıkla karışık çocuksu heyecanı görebiliyordum. ‘Söyle ufaklık’ dedim, elinde tuttuğu onlarca çiçek arasından o tatlı yüzünü süzerken. “Çiçek istemez misin” dedi. Kafamı hayır anlamında sallayınca ama ‘sevgiline verirsin, olmaz mı’ dedi.

 

 “Sevgiline” dedi o çocuk, ufacık boyuna bakmadan. O yaşlarda sevgili nedir, nereden biliyordu? ‘Henüz aynı temiz sevgiyi başka bir yürekte bulamadım’ dedim, küçük periye. Ancak O, ısrarla bir buket gülü uzatıyordu. O vazgeçilmez tatlılığına dayanamayıp, hadi ver dedim bozuklukları uzatıp. Teşekkür etti ve dönüp giderken, aniden durdu. Ben ardından halen o tatlı, şirin ufaklığı seyrediyordum. Bir müddet bekledikten sonra döndü ve:

 

“Elinde tuttuğun güllerin sahibi var, olmasa zaten vermezdim” diye seslendi. O masum güzel yüzü ile bana öyle bir içten gülümsüyordu ki, insanın içi kıpır kıpır oluyordu. “Sen öyle diyorsan öyledir prenses” dedim. Ve koşmaya başladı, uzaklaşmaya, ta ki gözden tamamen kayboluncaya kadar.

Düşüncelerin içerisinde hırpalanırken, her şeyi unutmuştum... Saatime baktım. Daha biraz önce geldim diye düşünürken, fark ettim ki bir saatten fazla köprünün üzerinde oyalanmışım. Köprünün üzerinden yürüyerek tekrar şehrin içine yöneldim.

 

Elimde bir gül buketi ile insanların epeyce dikkatini çekmeye başlamıştım. Geçenler gülümsemeye, yüzüme daha dikkatli bakmaya başladı. Çocuk gibi utanıyordum ve gülleri terleyen ellerim arasında saklamaya çalışıyordum. Ama nereye koymaya çalışsam, o koca buket sırıtıyordu. Kokusu da çok güzel geliyordu ama bir an evvel bundan kurtulmam lazım diye düşündüm.

 

Venedik’in ara sokaklarında dolanırken birden bir enstrüman sesi duydum. Çok güzel bir resitaldi, sanki dünya çapında bir gitar ustası işi gücü bırakmış, Venedik sokaklarında konser veriyordu. Biraz daha yürüdükten sonra, bir sokak sanatçısının, sedirini yere sermiş, güzel yanık sesi ve gitarı ile insanları coşturduğunu gördüm.

 

İşte fırsat dedim. Sanatçının önünden geçerken insanlar ceplerini boşaltıyordu. Ben de kendi kendime; oturur bu şahane konseri dinler hem biraz para atar hem de bu güzel sesli sanatçıya buket gülleri hediye ederim diye düşündüm. Cüzdanımdan bozuklukları çıkartıp kızın önünde ki şapkaya bıraktım ve ardından gülleri uzattım.

 

Paraya dönüp bakmamıştı bile... Ama gülleri görünce, kadın refleksi mi acaba dedim içimden! Başını anında gitarından kaldırıp bana doğru çok içten bir bakışla gülümsemeye başladı. O eskimiş kıyafetlerinin içerisinde, sanki gizlenmiş bir cevher, bir külkedisi duruyordu. Ani bir işaretle beni yanına davet etti. Yanına yöneldim ve bir köşede yer bakmaya çalıştım ki, çalmayı aniden kesti ve “buraya” deyip tam yanını gösterdi. Ben biraz da utanarak yanına yaklaştım ama halen mesafe bırakmaya çalışıyordum. Elimi tutup iyice yanına yanaşmamı sağladı. Ben oturduktan sonra tekrar gitarının tellerini düzeltmeye başlayıp bana benim için hangi şarkıyı söylemesini istediğimi sordu.

Bir an afallamıştım, hangi şarkıyı söyleseydi? Ben bu jesti yaparken böyle bir beklentim olmamıştı ki. Acaba tekrar ayağa kalkıp gitsem mi diye düşünüyordum, tekrar sordu: “Hangi şarkı, lütfen!” dedi. Sessizce, mırıldanarak, biraz da utanarak: “Felicita” dedim.

 

Tekrar başını kaldırdı, elleri ile o uzun sarışın pürüzsüz saçlarını düzeltip yüzüme şaşkın bir bakış attı. ‘Felicita mı’ dedi? Cevap vermek üzereydim ki, sus der gibi parmağını dudaklarıma götürdü. Bir eli ile gitarının tellerini düzeltip, diğer eli ile elimi sıkıca tutup bıraktıktan sonra, o muhteşem sesi ile şarkıyı söylemeye başladı.

 

Felicita e tenersi per mano andare lontano.

(Türkçe: Mutluluk, el ele tutuşarak uzun süre yürümektir.)

 

La felicita e il turso suardo innocente in mezzo alla gente.

(Türkçe: Mutluluk, masum bakışındır insanların arasında.)

 

La felicita e restare vicini come bambini.

(Türkçe: Mutluluk, yakın durmaktır çocuklar gibi.)

 

La felicita, felicita.

(Türkçe: Mutluluk, Mutluluk.)

 

Evet, mutluluktu o an. Sarı saçları bir altın kolye gibi omzundan aşağı sallanıyor, bakışları başka bir İtalya yaşatıyordu bana. Her ‘Felicita” söyleyişinde bakışları, bir an benden ayrılmıyordu. Öyle bir duygu karmaşası yaşıyordum ki, içimden bu şarkı hiç bitmesin diyordum.

Maalesef her şeyin bir sonu vardı ve öyle oldu. Son kez şarkıyı okuduktan sonra yüzünü benden çevirip, gitarını usulca çantasının içine koydu. Eşyalarını ve paraları toplayıp, ellerimden tuttu ve birlikte ayağa kalktık. Bozukluklara tekrar baktıktan ve yeri bir müddet süzdükten sonra, bana doğru yine gözlerimin içine baktı ve,

 

“Sen” dedi.

 

‘Bu gülleri Asella’dan mı aldın?’ Asella kimdi? Tanımıyorum diye cevap verdim, şaşkınlık içinde. Ben yabancıydım, buradan birisini nereden bilecektim? ‘Hani dedi, üzerinde kırmızı ceketi olan ufak tatlı kızdan bahsediyorum.’ Halen anlamamıştım. ‘Hani gül satıyor’ dedi.

 

Yok artık! diyordum içimden, kamera neredeyse oraya doğru el sallayım, bu bir şaka mı diye sesimi biraz yükselttim. Tüm şehir beni mi takip ediyordu? Gülümsedi, yok hayır, sakin ol dedi.

 

Anlatmaya başladı:

 

“Benim adım Giovanna. 18 yaşından beridir evden uzakta, Avrupa’nın dört bir tarafında sokaklarda müzik yaparım. Geçimimi böyle sürdürüyorum. Zor günlerim oldu ve çoğu zaman vazgeçmek istedim bu özgürlüğümden. Ama ne zaman ben bitti dediysem, bir mucize olur ve gelir kapımı çalardı. Bugün yine öyle bir gündü. Sabah uyandığımda, akşam yatacak yerimi nasıl ayarlarım diye düşünüyordum, çünkü kaç gündür düzgün para kazanamadım. Bitmiş bir umutla bu gündüz buraya geldim, gitarımı elime aldım ve ilk şarkım olarak ta “Felicita’yı” okudum. Henüz etrafta kimsecikler yoktu. Sonra aniden, ufacık bir kız belirdi önümde, yüzünü tam sezemiyordum elinde tuttuğu güllerden. Şarkıyı dinledi, dinledi, tam bitirmişken, abla bir daha söyler misin” dedi. Öyle tatlı bir dille sormuştu ki, dayanamayıp tekrar söylemeye başladım. İki kez tekrar ettim sırf onun için. Bitirdikten sonra o minnacık elleri ile gülleri yere bıraktı ve durmadan alkışladı.

O kadar güzel bir duygu yaşamıştım ki berbat bir gecenin ardından. Sonra cebinden bir poşet çıkarttı. İçinde bir sürü bozukluk vardı. Geldi önüme eğildi ve şapkamın içerisine tüm paraları döktü. Bu dedi, “Alessa’nın sana hediyesi.” “Ben istemiyorum, senin için bedava çaldım, lütfen geri al” desem de gülleri yerden aldığı gibi fırladı ve arkamdan “Güllerin parası ödendi” diye bağırdı. O an anlam veremedim ve çalmaya devam ettim. Ta ki Sen, O’nun sattığı gülleri bana uzatıp, şapkama para koyana kadar. İçimden bir şeyler koptu ama halen olamaz diyordum kendime.

 

Dur! dedim. Ve ben Felicita’yı çalmanı istedim derken… “Aynen” dedi.

 

İşte o an, bu dünyada “Sevgi ve mutluluğun, bir çocuğun saf ve berrak yüreğinde gizli olduğunu anladım” diye devam etti, Giovanna...

 

“Temiz değiliz” dedi. ‘Değiliz.’ Olsaydık, sen de ben de yıllardır aradığımızı bulurduk diye hüzünlendi, gözlerinden iki damla yaş akıtırken.

 

O gün bir çocuk aç kalırım kaygısını hissetmeden, tüm parasını zor şartlar altında çalışan başka birisine vermişti. Karşılıksız bir sevgiydi onun ki. Saf, berrak ve paha biçilemez. Hayat dediğimiz acımasız bu canavarın pençesinde Giovanna ile ben ise ortada sadece birer figüran olmuştuk.  Kirlenmiştik.

 

Giovanna’nın dediği gibi. Ama umut vardı. Çünkü halen Alessa, ellerinde ki tertemiz güllerle bizi bekliyordu. Aşk ve mutluluk dediğimiz şeyi bulabilmek için o masum çocuğun peşine düşmeliydik işte…

 

Bunları düşünürken öylece, Giovanna ayrılmıştı bile yanımdan o hüzünlü yüzü ile beraber. Ben ise son kez Rialto köprüsüne doğru yürüyordum ve orada halen bekliyordum kaybettiklerimi!

 

Harun Reşit Aydın

 

 

 

 

 

 

 

2023-02-22 Harun Reşit Aydın

Türkler ölüyor

30 yıl önceydi. Çocuktum. Dün gibi dehşeti hatırlıyorum. Televiyzon başında Almanca okunan haber bugün bile kulaklarımda çınlıyor: ‘’Nie wieder’’ (Bir daha asla) diyordu muhabir. Bir daha asla. Ders alındı zannediyordum. Bir daha asla yabancı düşmanlığı yapılmayacaktı, bir daha yuvalar yakılmayacak,...

Harun Reşit Aydın 2024-04-07