30 yıl önceydi. Çocuktum. Dün gibi dehşeti hatırlıyorum. Televiyzon başında Almanca okunan haber bugün bile kulaklarımda çınlıyor: ‘’Nie wieder’’ (Bir daha asla) diyordu muhabir. Bir daha asla. Ders alındı zannediyordum. Bir daha asla yabancı düşmanlığı yapılmayacaktı, bir daha yuvalar yakılmayacak, yıkılmayacaktı.
Allah rahmet eylesin, Gürsün İnce (28), Hatice Genç (19), Gülistan Öztürk (12), Hülya (9) ve Saime Genç (5), bu masum insanlar son şehitlerimiz olacaktı. O gün dinlediğim muhabirin ‘’bir daha asla’’ kelimeleri çocuk aklım için, biraz da olsa rahatlatıcı gelmişti. Çünkü insanoğlunun bu kadar acımasız olabileceğini henüz tasavvur edemiyordum.
Elbette büyüdükçe, bunun bir kereye mahsus olmadığını anlayacaktım, hem de çok acı bir şekilde. ‘’Entegre olamamıştık, maymun gibi davranıyorduk’’, öyle demişti yaşlı bir hanımefendi tren içinde, üzerimde üniforma birliğime doğru giderken. ‘’Daha ne kadar entegre olabilirdik, onlar için ölmeye bile razı gelmiştik?’’ demiştim içimden. Çok geç anlayacaktım, kafamın içine vura vura kabul ettirmişlerdi bana.
Bu bir medeniyet savaşıydı maalesef. Burada herhangi bir gri renk yoktu, sadece siyah ve beyaz. Sorun, entegrasyon değildi, asimile olmak bile değildi. Sen, onlardan birisi değildin. Sen, halen ‘’Allahü Ekber’’ nidalarıyla Viyana önünde hatırlanan, başkasıydın. Onların üzerinden tanımladığı, eksik olan, ahlaki olarak herhangi bir yere koyamadıkları o zayıf, her an yıkılacak benliklerini, tarif ettikleri o karşıt fikirdin sen.
Yıllar geçti, onlar oldu yüzler, yüzler oldu binler, nice kayıp gitmiş yaşamlar…
Bitti derken, bitmedi.
Daha birkaç gün önce, yine aynı yerde, Solingen’de, yandı yüreğimiz. Dört Türk’e mezar oldu evleri. Yine yakıldık. Savcılık kundaklama diye açıklama yaparken, yabancı düşmanlığı izine rastlayamadık diye aceleci bir açıklama yaptı. Sahi, fark eder mi ki artık?
Neo-Naziler, PKK militanları, DHCKPC, ya da her neyse. Günün sonunda, biz ölmeye gitmiştik, çalışmaya değil acı vatan Almanya’ya. Bunun önünde ne ülkesini inşa için gittiğimiz Almanlar, ne de Türk kardeşimiz diye güvendiğimiz, en tepesinden, en aşağısına, sivil vatandaşından, yetkililere, kimse durmadı. Kimse engellemedi, kimse engellemek için ciddi bir girişimde bulunmadı. Türk ölmeliydi. Türk susmalıydı. Türk utanmalıydı. Türk kaderine razı olmalıydı.
Balkanlardan sürüldük, öldük. Unut gitsin dediler. Rus mezalimi ile birleşti Ermeni çeteciliği, sürdü dedemi Erzincan’dan. Unut dediler. Yarısı gitti ailenin, hatırlama dediler. Vurulduk, binler, yüzbinler, milyonlar… Hayır, sen öldürdün, sen canisin, unut, Türklük ile ancak utanılır dediler.
Demem odur ki, devlet sus dedi, millet sus dedi, yabancısı utan dedi. Ne zulümmüş ne öksüzlük ki bu Türklük, birbirimize düşerken, ağzımızın köpükleri akar saldırırken öz kardeşime, siyaset için, bitmiş tükenmiş ideolojiler için, ama bir kere dönüp, bir saniye bile, ‘’Dur’’ diyemem ne düşmana ne de bu bitmek bilmeyen makus talihime.
Peki biz ne yapıyoruz?
Bizi yakmaya kastetmiş siyasi fikirleri cennet memleketime ithal ederken? Türk düşmanı bir dazlağı, ‘’Atatürk’’ dedi diye insan sanıp, kalp atarken? Dinli mi, dinsiz mi tartışmalarında kendi içimizde boğulurken. Parti çöplüğü haline gelerek, elin diline düşerken. Kültürümüzü beğenmeyerek, kendimizden utanarak, oluk, oluk düşmanın vatanına sığınırken, utanmadan ağzımızdan:
‘’ Ey Türk gençliği! Birinci görevin, Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyeti’ni, sonsuza dek korumak ve savunmaktır. Varlığının ve geleceğinin biricik temeli budur. Bu temel, senin en değerli hazinendir,’’ sözlerini sosyal medyadan paylaşmak haricinde, ne yaptık?
‘’Atam, bizi öldürüyorlar ve biz sadece seyrediyoruz’’ mu diyeceğiz, Anıtkabir’e çıkarak?
Elde Amerikalının telefonu, altımızda Almanın arabası, Fransız şiirleri okurken, Italyan Latte’mizi yudumlayarak, ülkenin geleceğine kara çalmak, ölen her bir Türk’ü videolardan izlerken, öylesine, hiçbir şey olmamış gibi, hayata devam etmek… Bu muydu Türklük?
Ölüyoruz Atam. Ölüyoruz Paşam. Ölüyoruz Koca Fatih. Ölüyoruz Yavuzum. Ölüyoruz Büyük Alp Arslan. Ölüyoruz Bumin Kağan ve niceleri. Biz Türkler, tarihin en önemli medeniyeti, artık başkalarına özeniyoruz. Kaderimizi başkalarının iki dudağı arasından okuyoruz. Daha beyaz olmaya çalışıyoruz, utanıyoruz çünkü. Parası olan beylere hizmet ederken, onlara köle olurken, unuttuk kim olduğumuzu. Unuttuk sorumluluk almayı. Bıraktık, öylesine boynumuzu gavurun giyotin masasına.
Türkler artık Türk’ü beklemiyor. Trump bekliyor, Putin bekliyor, AFD bekliyor, Le Pen bekliyor, kaderini Trans-Atlantik veya Avrasya’ya bırakıyor. Hayal kurmak kalmadı. Dünyaya yön vermek, mazluma hayat vermek. Yok, kalmadı, neden olsun. Hayal etmek zor, çalışmak daha da zor. Neden uğraşsın ki genç? 21 yaşında Istanbul kapısına dayanan ordu kumandanı yok artık. Playstation 5 dururken, Tinder varken, Twitter’da afili sözler etmek varken, neden olsun ki Misaki Milli?
Neden bilim, ilim, çaba, emek, alın teri olsun? Her gün dert yanmak varken, kapının önünü süpürmeye ne gerek var? Siyasetten Peygamberlik beklerken, meclisten asrı saadet talep ederken, hangimiz Ebubekir, Ömer, Osman veya Ali olabildik? Beyhude çaba.
Kaldı geriye 3-5 cengâver. Hırpalanmış, bitmiş, tükenmiş, ufuktaki ışığını kendi kanından, canından olan elinden almış, 3-5 Türk kaldı elimizde. Bekliyorlar öylece yakılmayı…
Umurunda olur mu dünyanın? Umurunda olur mu kendi milletinin? Zannetmiyorum.
Hep beraber yanıyoruz, Solingen’de. Saraybosna’da. Karabağ’da. Musul’da. Van’da. Diyarbakır’da. Ve karınca misali, bir damla su bile taşıyanımız yok.
Karacaoğlan der ki:
‘’Vara vara vardım ol kara taşa,
Hasret ettin beni kavim kardaşa.
Sebep ne gözden akan kanlı yaşa,
Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm…’’
Evet, bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm.
Türkler ayrıldı. Türkler yoksul. Türkler öldü. Türkler sessiz.
Ve eğer sustuysa bir Türk, zaten yansın bütün dünya.
2024-04-07 Harun Reşit Aydın