kultur

Devri Alem hikayeleri: Miljacka,acının izinden giderken...

Harun Reşit Aydın




Miljacka nehrinin kenarından yürüyordum..

Çocukluk yıllarımda Almanya’da yaşarken, Yugoslavya Savaşı sırasında kaçıp gelmiş Boşnak arkadaşlarımdan dinlemiştim bu kentin hikayesini. Saraybosna’yı, kalbinin ortasından akan Miljacka nehrini, evlerindeki resimlerden tanımıştım. Acıklı hikayeler doluydu Balkanların dört bir yanı, aynı zamanda aşk dolu destanlar...

Ama ben daha yeni adımımı atmıştım bu şehire, bahar havasında mis gibi, papatyalar kokuyordu. Savaşın hüznü gitmiş, aşıklar elele Miljacka etrafında, çocuklar sevgiye aç, umutlar akıyordu yanı başımda nehrin içinden...

Biraz yürüdükten sonra, tarihin tam üzerinde durdum. Avusturya Prensi Ferdinand’ın Sırp millyetçisi Gavrilo Princip tarafından öldürüldüğü yerde.

Bu suikast dünyayı 1. Dünya savaşına sürüklemiş ve milyonların ölümüne sebep olmuştu, nice acılara… Bilmiyorum neden, çok şehir gezmiştim ama, bu şehir beni sanki evimde hissettiriyordu. Belki, ikimizin de birbirimize anlatacağımız çok fazla melankolik hikayeleri vardı. Şöyle durduğum yerde etrafa baktım. Şehrin güzelliğine, Miljacka’nın akıp giden çoşkulu sularına, bir de ayağımın bastığı dünyanın o zalim duygularına…

Birileri benim gibi mutluluğun peşine sürüklenir. Yıllarını harcar, bir damla gülücük için, arar aydınlığı o bitmez tükenmez enerjisi ile, bazıları ise bizim bin bir zahmetle inşa ettiği sevgi çemberine, aynen burada olduğu gibi, bir kurşun sıkıp yıkar tüm hayalleri, bir çırpıda..

Güneş inmeye başlamıştı Saraybosna’nın üzerinden, aydınlıktan karanlığa geçerken, akşamı bir tutam hüzün ile karşılıyordum Miljacka’da. Saraybosnayı da içine alan bugünkü Bosna Hersek sınırları içerisinde doğan yazar Ivo Andric gelmişti aklıma. Onun muhteşem dizelerini kulağıma fısıldıyordu sanki daha sesli akmaya başlayan bu nehir. Ne diyordu üstad diye tam olarak hatırlamaya çalışırken aklıma gelmiş ve şu mısraları tekrarlıyordum:

 

‘’Bu sofu, akıllı, azimli ve inatçı adam, hiçbir umut olmadığı halde mücadeleden vazgeçmedi. Kasaba halkı onu uzun zaman unutamayacaktı. Dünyada insanların görevi her çeşit yıkımlarla savaşmak olduğuna kendini inandırmıştı. Bundan umudu olmasa bile yine savaşmak gerekti…’’

( Drina Köprüsü – Belgrad – 1945, Ivo Andric )

Umut için savaşmak? Hangi umut için diyordum. Kaç savaş görmüştü örneğin bu şehir? Kaç savaş görmüştüm ben? Ne zaman sakinleşecekti bu zalim duygular içimde? Karmaşık bir dünyada yaşıyorduk her birimiz. Ancak herkese eşit dağıtmıyordu derdi yaradan. Herkesin taşıyabildiği kadar dert veriyordu galiba. Peki böyle olunca kendimizi şanslı mı atfetmemiz gerekiyordu? Sevgili kulları çerçevesinde mi değerlendirilecektik, din alimlerinin söylediği gibi? Ya da isyankar materyalist düşüncelerle yoğrularak savaşmaya devam mı edecektik?

Artık çocuk değildim ama, halen aynı soruları defalarca soruyordum. Tek fark, artık cevabı vermekte zorlanan büyüklerim yoktu etrafımda. O çocuk büyümüştü, Miljacka’nın altından aktığı bu köprü gibi çok sular geçmişti oradan. Hayata dair inancını sorguluyordu. Kaybettiği aşklarını, terk edilmişlik duygusunu, çocukken yaşanan akla hayale sığmayacak acılarını, ölüm ile savaşını tetikleyen hastalıkları. Bir kez olsun mesela, sevdiği birisi de onu aynı onun gibi delicesine sevemez miydi? Hayatında tek bir şey için, basit olsa bile, örneğin bir ekmeği savaşmadan, kolayca alamaz mıydı? O doğrularla savaşırken, insanlar neden yalanlara inanmayı tercih ederdi?

Yine herşey bir şekilde atlatılıyordu. Ölüm bile gözüne cesaretle baktığımda pes ediyordu önümde. Nice hastalığı böyle yenmiştim, ömrümden ömür götürmüş olsa bile.

Ama Kadınlar?

Ne istiyorlardı mesela benim onlara sunamadığım? Sevgi mi eksikti, dünyayı boynuna altın kolye yaparken... Filmlerdeki kötü adamları inatla sevmeye devam ederken, aldatılmaktan keyif mi alıyorlardı? Göz görürken, akıl hissederken, dünya haykırırken, hayır sen kötü o iyi, demenin anlamı neydi. Bu şehir anlamış mıydı mesela onları, ya da bu nehir?

Akşam olmuştu Miljacka etrafında dolanırken ama ben ayrılamıyordum. Ne ondan ne de isyankar düşüncelerimden. Savaşların ve acıların yaşandığı bu kenti düşünüyordum. Hepsini atlatmıştı tıpkı benim gibi. Ancak bir Kadın'ın verdiği yaralar bir ömür yaşanıyordu. Benim gibi yüzbinlerce erkek dünyayı dolaşıyordu unutmak için, bazen şiirler yazmak için, okuyucuları ise: Kadınlar!

Ne trajikomik değil mi? Aşk onlar için icat edilmişti, ince ruhluydular güya.

Oysa büyük sevdaların ardından, kolayca feminizmle başını ağrıtan kadın, evlenip evinin hanımı olabiliyordu mesela. Ya sen? Sen hiçbir şey olamazdın. Sen erkektin.

Onlar iki gün ağlayıp herkesi ayağa kaldırdıktan sonra unutup gidiyorlardı, sanki hiçbir şey olmamış gibi. Sen erkektin ağlayamazdın hiçbir şeyin ardından. O ağlayan duygusal gözler bile sana ‘’ ne var neden ağlıyorsun çocuk gibi ‘’ diyebiliyordu. Çünkü onun içinde yaşanmayan hiçbir acı, acı değildi. Bu halleri ile sürekli şairin şu sözlerini bana hatırlatmakta gecikmiyordu:

Anılara küskün görüntülerde yaşamış meğer düşler,

Ve geceler, hep yıldızları gizlemezmiş koynunda,

Hasretlere tutsak olurmuş karanlığın kolları…

 

Meltem değilmiş tüm rüzgarların ismi meğer,

Ismi martı değilmiş,

Beyaz olan tüm kuşların...

 

Sırlar taşımazmış gündönümleri uzaklara her zaman,

Kolay değilmiş her bilmece,

Iri sorular varmış yüreklere saplanan...

 

Nankör diye haykırırmış,

Saatler her geçen an’a,

Meğer arkadaş değilmiş akreple yelkovan...

 

Ağacın dalında filizlenirmiş meğer sevda,

Yalnızlıkmış kökleri

Ayrılıkmış derinlere uzanan...

 

Şimdi sanma yalnız senin gözlerinde geziyor nemli bulutlar,

Yalnızlık doruklarından çığ gibi yıkıldığında,

Erkekler de ağlarmış inan,

Olsa da göz pınarları ıslanmadan...

Evet ağlamıştım. Ama şiirin tersine açıktan. Hem de çok. Erkeklerin daima kötü olduğu Kadınlar dünyasının tam ortasında, ağlamıştım. Umursayan olmamıştı gözyaşlarımı, kanlanmış göz çanaklarım. Bunca hüzün görmüş Miljacka’ya çok gelmez diye, bir iki damla da ona hediye etmeyi ihmal etmemiştim...

Acının izinden dedim ya Saraybosna’ya. Çünkü bana çok benziyordu. Benim gibi melankolik, benim gibi dışı huzur yayarken insanlara, içinde fırtınalar koparan. Kan pınarı gibi akıyordu kalbinin tam ortasından Miljacka Saraybosna’nın, kaybedilmiş tüm savaşlara isyan ederken,

Ederlezi demiştim, Hıdırellez, tıpkı bu toprağın çocuğu Goran Bregovic gibi...

2024-03-10 Harun Reşit Aydın

Türkler ölüyor

30 yıl önceydi. Çocuktum. Dün gibi dehşeti hatırlıyorum. Televiyzon başında Almanca okunan haber bugün bile kulaklarımda çınlıyor: ‘’Nie wieder’’ (Bir daha asla) diyordu muhabir. Bir daha asla. Ders alındı zannediyordum. Bir daha asla yabancı düşmanlığı yapılmayacaktı, bir daha yuvalar yakılmayacak,...

Harun Reşit Aydın 2024-04-07