Şairin dediği gibi;
Şimdi Budapeşte’de olmak vardı.
Mavi Tunanın kenarında
o güzelim mimariyi seyretmek.
Sonra ela gözlerinde kaybolmak
Margaret Adasında.
Yeşil ile Mavi sevişirken
Tuna'nın koynunda
Sana şiirler yazmak vardı.
Şimdi Budapeşte’de olmak vardı..
Yaklaşık bir saat kalmıştı Budapeşteye ulaşmak için. Trenin penceresinden dışarı bakarken hatırlamıştım bu sözleri. Yazın kavurucu sıcağı bir taraftan omzuma doğru içeri vuruyordu. Eski bir trendi içinde oturduğum ve kliması da yoktu. Avuç, avuç terliyordum ama çokta umrumda olduğu söylenemezdi. Çünkü içimde, aluminyum folyonun ardında gizlenmiş çikolatayı gören bir çocuğun sevinci vardı, Budapeşte’ye giderken. Diğer şehirlere benzemiyordu, benim için yeri her zaman ayrıydı. Komünizmin Entelektüel birikimini on yıllarca devam ettirmiş, o dönemlerde bile Batı dünyasının geri kalmışlık ile suçladığı bu düzenin, belki’de tek bilimsel, kültürel cevabı olmuş bir kent’ti Budapeşte. Doğu blokun’daki ülkelerin bir çoğu demir perde yıkıldığında, biraz da paraya kavuşmanın, kapitalizme kavuşmanın çılgınlığı ile benliğini kaybederken, ardında’ki kültürel birikim onu halen gururlu ve aklı başında kılıyordu. Tarih boyunca Macaristan hep farklıydı. Özellikle’de burada yüzyıllarca hüküm sürmüş, beraber yaşamış, benim gibi Türk soyundan gelen birisi için. Diğer bir çok ülke bağımsızlığının hemen ardından, geçmişe dair diğer toplumların bıraktığı eserleri, tarihinden silme, yok etme pahasına balyozu vururken, Macaristan, paha biçilemez bu eserlere kendi öz tarihi olarak sahip çıkıyordu. O kadar çok eser vardı ki, halen ilk yapıldığı yılların zarafetinde, tertemiz ve gururla ayakta. Saymakla bitmezdi, gezmekle yorulmazdı Insan.
Nazım Hikmet’in ziyaret ettiği Gellert tepesi aklıma geliyordu şiirlerini okurken. Ve onun ardından ünlü Macar Şair Benjamin Laszlo’nun söyledikleri: " Kocaman gülüşlü Türk Şair ! "
Hiçbir zaman hayatımda Nazım’ın takip ettiği siyasi akımın içinde bulamamıştım kendimi. Yani hep çok romantik gelmişti hayatın gerçeklerinin karşısında. Ama o benim yurdumun insanıydı, güzel insandı, bu toprakların yetiştirdiği. Tıpkı Nazım gibi, Necip Fazıl, yada şuan Tren ile içerisinden geçtiğim Macaristan’ın Kuczka Peter’i. Dertli insanlardı, bu dünyaya dair söyleyecekleri çok şeyler vardı. Bir emelleri vardı, yurdunun insanlarına daha güzel yarınlar bırakma düşüncesi. Biz ise çoktan çivisi çıkmış bu dünyada, küçücük birer değersiz parçadan ibarettik. Önümüze konulan yemekten yiyen, reklamı geçen telefonu alan, artık tek düze haline gelmiş dergilerden okuyarak hayatı öğrenmeye çalışan, ufacık insancık parçaları.
" Gellert Tepesi acaba halen Nazım’ın çektirdiği fotoğrafta’ki gibi duruyor muydu ?
Yoksa o da tarihe bizler gibi yenilmişmiydi çoktan ? "
Tam bu soru ile eşgüdümlü kompartımanın kapısı açıldı seslice. Yalnız oturduğum bu bölüme nihayet birisi gelmişti, yalnız değildim artık bu yollarda. 60’lı yaşlarda, saçları bembeyaz, bıyıkları bizim Anadolu’daki tonton amcalarımıza benzeyen, 70’li yılların Memur takım elbiselerinden üzerine çekmiş bir Adam, onca yer varken geldi, karşıma oturdu. Çok ciddi bakışları içerisinde, kollarının arasında sıkıştırdığı gazeteyi okumaya çalışıyordum. Macar dilinde olduğu için pek bir şey anlamadım.
Sadece resimlerine bakıyor, diğer taraftan da karşıma oturan Amca’yı süzmeye devam ediyordum. Gazeteyi yan koltuğa koyduktan sonra gözlerinde’ki eskimiş nostaljik gözlükleri çıkartıp dışarı doğru baktı, eşsiz doğa harikası ülkesine, sanki biraz hüznün ardında gizli bir ah çekerek. Başını tekrar gazeteye götürdükten sonra bu sefer, ilk kez, başını kaldırıp benim tarafıma doğru baktı. Baştan sona beni süzmeye başlayınca, yaşımın verdiği utangaçlık ile göz göze gelmemek için pencereden dışarı bakmaya başladım.
" Genç " dedi !
Nedendir bilmiyorum ama, bu seslenişin ardında bir anda içimde kıvılcımlar kopmuş, dilim damağım kurumuştu. Sanki 14 yaşımda ilk sigara paketimin babam tarafından cebimde yakalanması ile evde yaşanan facia’nın tekrarlanacağı gibi bir izlenim oluşmuştu içimde. Çok otoriter bir ses duymuştum karşımda. Neyse ki sonunda cesaretimi tolayıp " Buyrun " diyebildim.
Bana nereden gelip nereye seyahat ettiğimi sordu. Bende Balkanları dolaştığımı ve son durağımın şairlerin şehri Budapeşte olduğunu söyledim. O çok ciddi bakışlı adamın yüzünde birden tebessüm oluşmaya başladı. Biraz önce korku imparatorluğunun içinde, işkence yapan eski doğu bloku polislerinden birisi ile karşılaştığımı hissederken, ortam aniden güllük bahçeye dönmüştü. Karşımda ki Insan uzak ve soğuk olmaktan çıkmış, içimi rahatlatan tonotn bir amcaya dönmüştü. Çok rahatlamştım. Bana en çok nereyi görmek istediğimi sorunca, ben hayalim’deki Nazım’ı yaşamak için Gellert tepesine gitmek istediğimi söyledim. Sustu. Tekrar dışarı baktı ve dönüp siyah memur çantasından purosunu çıkarttı. Tütününü özenle içerisine yerleştirirken, diğer taraftanda sözüne devam etti.
" Güzel ! Güzel, dedi.
Anlamadım. Galiba Gellert tepesini ziyaret edeceğimin " güzel " olduğunu kastediyordu. Tahmin ettiğim gibi " Sana o zaman bir hikaye anlatayım " dedi.
Takım elbisesinin yakasına takılmış karanfile takılmıştı gözlerim dinlerken. Çok özenli bir takım elbisesinin içinde duran bu gizemli Adamı süzüyordum. Puro’sunu yaktı ve benim gözlerimin içine bakarak
" Gloomy Sunday " şarkısını bilir misin dedi ?
Duymamıştım ve başımı sağa sola salladım. Çok eski bir şarkıdan bahsediyordu yaşlı Adam. 1930’lu yıllarda Budapeşte kentinde akın akın insanların intihar etmesine sebep olduğu söylenen bir Şarkı. Dünya dedi, bu şarkıyı aslen Billy Holiday’den bilir. Ancak aslen Macar Rezso Seress tarafından 1933 yılında bestelenmişti.
Birinci dünya savaşından sonra ülkesinin yaşadığı kayıplar ve inanılmaz ekonomik buhran, insanların mutluluğunu elinden almıştı. Ve ülke genelinde intihar oranları tavan yapmıştı. Ne var ki, her zaman olduğu gibi Insanoğlu gerçeklerle yüzleşmek yerine, suçu Sanat’ın üzerine atıyordu. Evet, koskoca okumuş, eğitimli Insanlar bile, bu yüksek Intihar oranını sadece bir Şarkıya bağlamıştı. Koca botlar köprülerin ağzında Insanların atlamasını engellemek için beklerken, radyo istasyonları’da " Gloomy Sunday " şarkısını yasaklamakla meşguldu. Ancak şarkının etrafında dolaşan türlü baskılar hiç bir şekilde insanların ölüme gitmesini engelleyemiyordu..
Puro’dan bir nefes çeken Adam, pencereden kısaca dışarı baktıktan sonra tekrar bana dönerek devam etti.
" Her neyse " dedi.
Yasakçılığın insanın dertlerine çare olmadığı çabucak görülmüştü. Işte tam bu sırada, Budapeşte üniversitesin’de görev yapan bir Profesör olan Jeno ve Hipnotist Binczo’nun aklına dahiyane bir fikir gelmişti: " Smile Club " ( yani Gülme Kulübü ).
Insanları tarih boyunca melankoli ve çaresizliğe iten tek nedenin " Mutsuzluk " olduğunu biliyorlardı. Sebebi ne kadar değişik veya karmaşık olsa’da, iç dünyanın hapsolduğu o Mutsuzluk halini çözebilirlerse, Intiharı engelleyebileceklerine gönülden inanmışlardı. Bu yüzden bir şaka esnasında sarfedilen sözler çok az zaman sonra gerçeğe dönüşecekti: " Smile Club."
Fikir basitti aslında. Gülmeyi unutmuş insanları tekrar güldürebilmek. Bunun için kurdukları okul’da Roosevelt gülüşü, Mona Lisa gülüşü, Clark Gable gülüşü, Dick Powell gülüşü, Loretta Young gülüşü ve bir çok farklı gülüş şeklini öğretiyorlardı. " Hadi gül " demek yerine, insanların gerçekte iç dünyasını tanımadığı, sadece afişlerden, filmlerden bilip, rüya gibi hayatları olduğuna inandıkları insanları kullanıyorlardı. Resimlere çizdikleri bu şahsiyetlerin gülüş tekniklerini ve sebeplerini gelen insanlara aşılayan bu ekip, başta kendileri hakkında çok fazla espri yapılmış olsa’da, Budapeşte’nin tüm kıta Avrupasın’da ünlenmiş ismi olan " Intiharlar Şehri’ni " kısa zamanda " The City of Smile " ( yani Gülümseme Şehri ) olarak değiştirmeyi başarabilmişlerdi. Intihar vakaları üzerinde gerçekten etkileri olduğu söylenemezdi. Bununla ilgili o zamanlarda yapılmış bilimsel bir Deney’de yoktu zaten. Ancak şu bir gerçekti’ki, asıl hedef yıllar sonra Profesör Jeno’nun şu sözlerinde gizliydi:
" Eğer bir insanı bile gülerek, Tuna nehrinin soğuk sularında boğulmaktan kurtarabildiysek, bu bizim için bir gurur kaynağıdır. Çünkü bir insan, şarkı dinledikten sonra değil, gülmeyi unuttuktan sonra intihar eder."
Yaşlı Adam hikayeyi tamamladıktan sonra sanki o zamanları yaşamış gibi gülümsüyordu. Biraz önce ciddiyetinden korkutuğum kişi, sarılmak isteyecek kadar duygu karmaşasına sokmuştu beni. Bu arada tren içerisinde anons geçmişti: " Budapeşte Istasyonuna girmek üzereyiz !"
Yalnız başıma sıkılıp düşüncelere daldığım bu kompartımanda, yanıma gelen bu yabancı ile zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştım bile. Hayaller şehrine gelmiştim nihayet. Hikayenin başı " Intiharlar Şehri " olarak başlamışken, sonunda " Gülümsemenin Şehri’ne " gelmenin rahatlığını yaşıyordum. Çantamı almaya doğru yönelmiştim ki, bana tekrardan ilk başlarda seslendiği otoriter sesi ile:
" Genç " dedi ! Sen Gellert tepesine gidecektin değil mi ?
Ben gözlerimin içi ışıldayarak: " Evet, Nazım’ı yaşamak için gidiyorum " diye cevap verdim.
" Peki dedi, bu Pazar çok mu kasvetli ? "
Anlamadığımı belli ederek baktım yüzüne. Yani şarkı dedi: " Gloomy Sunday " ( Manası: Pazar kasvetlidir ).
Bahsettiği şarkıyı kastediyordu. Bu arada tren istasyona girmiş ve insanlar hızlıca inmeye başlamıştı. Ben ise öyle kala kalıp yaşlı Beyefendinin yüzüne bakıyordum.
" Hani bugün Pazar ya " dedi. Ben aynı yerimde öylece duruyordum.
" Yüzünde ki kasvetten bahsediyorum. Nazım bu acıları senin üzülmen için değil, gülmen için çekti. Umarım bu yüz ile çıkmazsın Gellert tepesine " diyerek kaşlarını çattı.
Bir an unutmuştum o sürekli melankolik halimi. Heralde Budapeşte’nin o 1930’lardaki Melankolik ruhuna bürünmüştüm seyahat ederken. Ya da bitmez tükenmez kendi kasvetli hayatımı düşünüyordum sürekli.
" Tamam, söz " dedim. Hayatımda’ki en güçlü ve samimi gülümsememi o an atmıştım, karşımda ki bir yabancıya. Tren’den inerken elini sıktım o yabancının ve " benim ismim Harun " dedim. Cebinden çıkarttığı köstekli saate baktıktan sonra, tam ayrılacakken trenin yanından, elimi tekrar tuttu ve o seyahatimiz boyunca gözümü ayıramadığım elbisesinin üstünde’ki Karanfili bana doğru uzattı ve
" Memnun oldum, benim adım da Rezso, Rezso Serres, dedi.
Elimde Karanfil, duyduğum ismin şokundaydım halen. Yani bu elimi sıkıp hızlıca yanımda ayrılan o Adam, yani " Kasvetli Pazar " şarkısının bestecisi, Rezso Serres’ti. Yani hikayeyi birinci ağızdan dinleme şerefine nail omuştum. Öyle güzel ve anlatılamaz bir mutluluk içerisinde girmiştim ki. Keşke diyordum, keşke bir kare fotoğraf alabilseydim. Ya da ne bileyim işte, bir imza, bir hatıra. Ama olmadı. Önemli değildi dedim içimden, böyle bir hikayenin parçası olmakta güzeldi..
Yavaş adımlarla istasyon dışına çıktım ve " Gellert tepesine " gitmek için bir Taksi çevirdim. Güzelim Budapeşte’nin içinden geçerken güzelim Buda Palace ve Szechenyi köprüsünün zerafetini izlemek ayrı bie keyif veriyordu. Sanki bir şairin ince ruhu onu inşa eden mimarların kalbine dokunmuştu. Birden aklıma yaşlı amcanın anlattığı hikaye geldi ve dönüp şöföre sordum "Gloomy Sunday " şarkısını çalabilir mi diye. Epeyce merak etmiştim, hem dinlerken vakit geçerdi. Bana: " Gençsin ama bu şehrin tarihini iyi biliyorsun heralde. Bu şarkıyı soran ilk kişisin" dedi. Bana dikiz aynasından bakarak gülümsedi. " Açıkçası olsa’da zaten çalmazdım, arabamda bir Turistin intihar etmesini istemem diyerek kahkaha attı. Böyle trajik bir hikayeye gülümsemesi garibime gitmişti açıkçası. Bir müddet sessizliğin ardından ona Rezso Serres’in evini sordum. Tren istasyonunda aniden ortadan kaybolmuştu ama, belki şehri gezdikten sonra bir kahvesini içmek için şansımı deneyebilirdim diye kafamda kuruyordum. Aniden şöför bu soru üzerine aracı kenara çekti ve:
"Sen aklını mi yitirdin, yoksa dalga mı geçiyorsun benimle" dedi. Şaşırmıştım. Acaba bir hata mı yaptım, biraz önce gülen şen şakrak bu Adam neden böyle bir yüz ifadesine bürünmüştü ki ?
"O" dedi. Rezso Serres öleli yıllar oldu. Tam olarak 1968 yılında !
Bulunduğum garip durumdan sıyrılmak için "Yok ben fazla bilgi sahibi değilim, sadece bir macar arkadaşım’dan ününü duymuş, şarkısını dinlemiştim, merak ettim" dedim.
"Anladım " deyip başını biraz salladıktan sonra tekrar kontağı çevirdi ve yoluna devam etmeye başladı.
Ben elbette dayanamayıp tekrar bir soru sordum ve: "Peki, neden vefat etti, hastalığı falan mı vardı ?"
Şöfor dikiz aynasından ciddi bir bakış atarak: "Hayır, 1968 yılında intihar etti" dedi...
Hayatımda çokça bir aracın arka bölmesinde oturmuştum. Ama bu cevabı aldıktan sonra ki ağırlığı hiç bir zaman hissetmedim. Nasıl bir rüyaydı bu ? Rezso Serres, daha biraz önce canlı kanlı önümde bana bu hikayeyi anlatmıştı, nasıl olurdu ? Tam gözlerimden yaşlar süzülmek üzereydi ki, kulağımda şu sözleri çınladı: " Nazım bu acıları senin üzülmen için değil, gülmen için çekti. Umarım bu yüz ile çıkmazsın Gellert tepesine "
Şarkısını intihara sebep oluyor diye yıllarca Avrupa’da yasaklamışlardı. Hatta bu güzelim şehrin ismini bile bu yüzden " Intihar şehri " koymuşlardı. Oysa’ki insanlar şarkıdan dolayı değil, gülemedikleri için intihar ettiler. Evet, bir kişi bu şarkıdan dolayı intihar etmişti, bu doğruydu. Ancak dinleyenler değil, onu bizzat yazan Rezso intihar etmişti. O, bu yükü daha fazla kaldıramadı. Ve belki de, bedenen ölmüş olsa bile, ruhu halen insanları güldürmek için, bu şehrin üzerinde gezmeye devam ediyordu.
Hemen gözlerim’deki yaşları sildim ve yine aynı o tren’deki gibi, bu dünyanın en büyük gülüşünü attım. Inadına, Budapeşte’nin ve tüm insanlığın canına kastetmiş herkese karşı...
2024-01-26 Harun Reşit Aydın