kultur

Devri Alem hikayeleri: Gazzeli Ahmet

Harun Reşit Aydın




İsrailin Gazze’ye yapmış olduğu dökme kurşun harekatı yeni sona ermiş, gözümün önünde sürekli canlanan insan acıları, askerlikten sonra ilk defa savaş bölgesine gitmeme sebep olmuştu. Güvenin gittikçe azaldığı günümüz dünyasında çok araştırmıştım, hangi kuruluş ile bölgeye gitmenin dahar faydalı olacağını. Sonunda birisinde karar kılmış ve yola düşmüştüm. Gazze’ye ilk varışımı halen unutamıyorum. Zaten Israil’in konvoyumuzun girişine izin vermesi büyük meşakkati beraberinde getirmişti. 10 günlük bekletmenin sonunda nihayet Gazze kapıları ancak açılmıştı. Konvoy ilerlerken gözlerimi yıkılan binaların üzerinden alamıyordum. Yıllardır açık hava ceza evi olarak bahsedilen bu yeri ilk defa yakından görme imkanı bulmuştum. Bu tecrübe yıllarca hayatımda gördüğüm acılardan öyle farklıydı ki.

Kendi yaşadığım travmalar gözümün önüne gelmişti. Hayata o kadar kızmıştım ki, o dönemler iş hayatına girişim çok acımasız olmuştu. Yolum en tepeye giderken, önüme geleni eziyordum, rüşvetler bir cepten diğerine taşınıyor, en yüksek odalara çıkan yolsuzluklar, eşini rakip firmanın patronunun yatak odasına sokan haysiyetsizler, ihaleler için çekip vurulanlar.. Anlayacağınız kapitalist dünyanın tam ortasındaydım.

 

Hayatla yaşanan bu kavgam, bana çizilen kaderden intikam alma güdüsü, işte tam burada, Gazze’de son bulmuştu. Kendini utanca, pişmanlığa bırakmış ve hayatın ne kadar boş olduğunu görmüştüm. O yıkılan binaların arasından geçerken, benim yaşadığım acıların, bunların yanında , koca okyanusta sadece bir damla sudan ibaretti. Binlerce insanın üzerine her gün bombalar yağıyor, evleri yıkılmış, insanlığın temel ihtiyaçları olan su, ekmek bile çoğu zaman tedarik edilemiyordu. Ve dünyanın bir çok noktasında yaşanmış savaşlardan bir farkı vardı. Diğerleri zamanı gelince bitmiş, bu ise ömürlük bir savaştı, bir özgürlük, bir var olma savaşı, hiç bitmeyen.

Kamyonlardan pirinç çuvallarını sırayla indirmeye başlamıştık. Etrafımız birden kalabalıklaşmış, insanlar akın akın evine yiyecek bir şey götürmek için yanımızda toplanmıştı. Gözlerinde ki o umutdolu bakışları görünce Plato’nun yüzyıllar öncesi söylediği sözleri hatırladım:

"Savaşın sonunu sadece ölüm görür."

Gerçekten de öyleydi. Sanki o gözler artık bu savaşın sona ereceğinden umudunu çoktan kesmişti. O kadar kan ve gözyaşı görmüşlerdi ki, akrabaları arasından kayıp vermemiş kimse yaşamıyordu bu ufacık yerde.

Çuvalları bitirmek üzereydik ki, genelde yaşlı insanların ve kadınların topladığı çuvalların arasından bir çocuk dikkatimi çekti. Yaklaşık 5-6 yaşlarında, çuvalı sırtlanmış sürükleyerek götürmeye başlamıştı. Evin idaresini sağlayan bir sürü Anne-Baba-Dede-Nine arasında, henüz okuma-yazmayı öğrenmemiş, yürürken bile ayağını nereye basmayı bilmeyen bu çocuk, yalnız başına ne yapıyordu diye düşündüm. Bir taraftan son çuvalları aşağıya indirirken çocuğu da gözden kaybetmemeye çalışıyordum. Zaten çabucak ortadan kaybolması mümkün gözükmüyordu, o kiloluk çuvalı adım adım ancak çekebiliyordu. Dağıtımı tamamladıktan sonra Dağıtım sorumlusu ile beraber defterleri kontrol edip, sayıların üzerinden geçmeye başladık. Ancak halen gözüm bir kenarından o çocuğu takip ediyordu. Işin ilginç tarafı, o kargaşa ve kalabalıkta kimse de çocuğun zorlanarak çuval taşımasını görmemişti heralde. Hesaplarımızı yaptıktan sonra ben biraz dolaşmak istediğimi söyledim. Ilk başta kaybolma tehlikesi ve risklerden dolayı sıcak bakmasalarda benim ısrarıma dayanamadılar. Izini koparır koparmaz, o tatlı çocuğun peşine koştum. Henüz arka sokağa yeni varmıştı. Yanına yaklaşmadan, arkasından, usulca takip etmeye başladım. Aslında yardım etmek istiyordum ama, içimden bir ihtimal göreceğim manzarayı bozabilirim, çocuğu ürkütebilirim diye sesimi hiç çıkarmadan öylece devam ettim. Bu arada hem çocuğu takip ediyor, ayrıca etrafı izleme şansım oluyordu. Balkonu düşmüş evler, yerde cam parçaları, evlerinin önünden molozları toplayan insanlar. Bazıları ise toplama gayreti içerisinde bile değildi, öylece kapının önünde oturmuş sohbet ediyordu. Alışmışlık böyle bir şeydi galiba. Insanın içi sızlıyordu. Düşünüyordum bizler telefon alışkanlığımızdan, sigara alışkanlığımızdan söz ediyor ve bunları eleştiriyorduk. Burada ki insanlar ise, yıkım, kan ve gözyaşına alışmışlardı. Onlar için gayet normal, hayatın bir parçası olmuştu. Ama aynı zamanda da kesinlikle pes etmeyeceklerini gördüğüm, o gözlerinde ki umut. Bir gün mutlaka kazanacaklarını düşünen, bitmeyen umutlarını görüyordum.

Yaklaşık 6-7 sokak geçtikten sonra çocuk biraz yavaşlamaya başladı ve bir çıkmaz sokaktan içeri girdi. Ben sokak başında duvarın arkasına gizlenerek izlemeye başladım. Ufaklık, arapça birşeyler bağırdıktan sonra yukarıya, çocuktan sadece bir kaç yaş daha büyük, ablası diye tahmin ettiğim, 9-10 yaşlarında bir kız çocuğu aşağıya indi. Kardeşinin elinde ki çuvala el atıp beraber yukarı çıkartmaya başladılar. Kapının önünden ayrılınca, merakım iyice arttı ve binanın önüne geldim. Dört katlı sarı binanın camlarının tamamı kırılmıştı. Duvarlarında kurşun izleri sanki daha dün sıkılmış gibi duruyordu, utancın izleri olarak.

Etrafa baktım kimsecikler yoktu. Sokakları o çocukla beraber dolaşırken, savaşın hemen ertesinde binalarını onaran, kapılarının önünde moloz yığınlarını toplayan onca insan görmüşken, burası sanki bana terkedilmiş bir vahşi batı kasabasını andırıyordu. Sanki o iki çocuktan başka kimse bu şehirde kalmamıştı. Uzun bir müddet etrafı süzdüm, binanın duvarlarında ki hüzünle hüzünlendim. Sonra yukarı çıkmaya karar verdim. Bu kadar uzaktan takip etmek yeter dedim kendime. Madem bu çılgın kararı verip buralara kadar geldim, öğrenmeliydim bu duvarların ardında gizlenmiş

hikayeleri. Merdivenlere tam ayak basacaktım ki, yarısının parçalandığını gördüm.

" Acaba bu ufacık yürekler o ağır çuvalları nasıl taşıdılar bu yıkılmış merdivenleri geçerek" dedim.

Labirent halini almış merdivenlerin bir sağa, bir sola atlayarak kapısı kırılmış dairelerin içine bakmaya çalışıyordum. Çocukları arıyordum. En son kata vardığımda, o canımdan can, küçük yüreklerin sesini duydum ve durakladım. Evin kapısı parçalanmıştı. Kapının şeklinden anladığım kadarı ile zorla kırılmıştı. Burada insanların anlattığına göre israil askerlerin baskınlarının ardı arkası kesilmiyordu. Kapıyı tıklama zorunluluğu bile hissetmeden balyozla kırdıkları aşikardı.

İçeriye girdiğimde benim arkasından onca yol geldiğim küçük erkek çocuğu yerde oturuyordu. Elinde birşey vardı. Birkaç kez dikkatlice anlamaya çalıştım. Tahta bir parçaydı. Sonra yerde sürmeye başlayınca anladım. Elinde tuttuğu tahtadan basitçe, el hüneri ile yapılmış bir kamyondu. Ağzından araba sesleri çıkararak, onu sürmeye çalışıyordu. 21. yüzyılda, pahalı akıllı telefonların bile yılda bir kez değiştirildiği bu dünyamızda, beş yaşında ki bir çocuk, birilerinin onun için elden yaptığı tahta kamyonu yerlerde sürüyordu. Maalesef bunun varlığına da şahit olmuştum bu acımasız dünyamızda. Benim geldiğimi halen farketmemişti. Sessizce etrafından dolanıp içeride ki odaya baktım. Küçük kız ve iki tane daha küçük 2-3 yaşlarında ikiz çocuk. Kardeşlerini bir Anne şefkati ile kucağına almış, ağlamalarını durdurmak için uğraşıyordu.

Ezberlediğim tüm hesap kitapların, Borsa endekslerinin, pahalı kokteyllerin, bedelinin ödendiği yerdi burası. Burada bir Tanrı vardı ama, o Tanrı bizim inandığımız, güzelliği, iyiliği, paylaşmayı öğreten Tanrı’nın olmadığı kesindi. O kız çocuğunun bebeklerle oynaması gerekirken, kucağında çocuk avutmasını sağlayan, Kapitalist denen yayılmacı, kahrolası bir Tanrı hüküm sürüyordu bu evlerde. Bu çocuklar milyarların bir hesaptan diğerine geçmesini sağlayan araçtan başka bir şey değildi.

Bir sürü şey aklıma geliyordu bu çocukları izlerken, öyle kalakalmıştım kapının eşiğinde. Birden ufak kız kafasını kaldırıp bana doğru baktı. Hiç bir şey söylemedi. Sadece baktı ve kardeşleri ile ilgilenmeye devam etti. Acaba sürekli gelen giden mi vardı eve diye düşündüm. Alışkınlar mıydı yabancıların evlerine girmesine ? Belki de beni evlerine yardım malzemelesi getiren amcalarından birisi zannetmişti. Ya da sürekli kapılarını kırıp içeriyi kontrol eden Israil askeri mi ? Bilemedim. Tam o sırada ,, Ahmet ,, diye seslendi içeriye. Demek ki o dünyalar tatlısı erkek çocuğunun adı Ahmet’ti. Ilk defa adını da duymuştum. Içeri gelen Ahmete ablası birşeyler söyledi ve bir müddet kaybolduktan sonra yanımda bir bardak su ile belirdi ufaklık. Bu yoklukta ve yalnızlıkta, Anne-Babalarından öğrendikleri geleneği, büyüklere, misafirlere saygıyı da unutmamışlardı. Bana doğru uzatıyordu ikram olarak. O an gözlerim nemlendi. Evlerinin her tarafı yıkılmıştı. Belki de ailesinden bir çok fert gözleri önünde can vermişti. Ama onlar, evine gelen misafire su ikram ediyorlardı. Bu ne benim davet edildiğim zengin kokteyllerinde ikram edilenlere, ne Italya’da içtiğim kahvelere,

ne de Annemin elinden binbir hünerle döktürdüğü yemeklere benziyordu. Sadece ,, Su ,, diyebilirdim. Ancak sadece su değildi. Onlarca Gazzeli çocuğun gözyaşlarından doldurulmuş berrak bir dilekti, o bardağın içinde duran sıvı.

 

Heyecanla gelen su ikramını kabul ettim ve içmeye başladım. O sırada Ahmet bana eli ile yere oturmamı işaret etti. Ufacık çocuk bana hatırlatmıştı bizim büyüklerimizden öğrenip unuttuklarımızı. Su ayakta içilmezdi ya hani, işte ondan bahsediyorum. O masum ellerine dokunarak yere çömeldim. Artık suyu bile içemiyordum. Gördüğüm manzara karşısında boğazım düğümlenmiş, iştahım kaçmıştı.

 

Ahmet bana içeride gördüğüm kamyonunu gelip gösterdi. Elime tutuşturmaya çalışıyordu, sürmem için. Gülümseyerek kabul ettim ve o kamyonu yerde sürmeye başladım. Arapçadan bana seslice bir şeyler söylemeye başladı, anlamadım. Sonra elimden kamyonu alıp, motor sesi çıkartmaya başladı göstererek. Benden sürerken motor sesini de yapmamı istiyordu. Aldım elinden ve aynen istediği gibi seslice ,, vrummm ,, diyerek ayaklarının üzerinden kamyonu geçirdim.

Öyle bir gülümseme ve mutluluk parıldıyordu ki gözlerinden, yüzünden, içim içime sığmıyordu. Çocukluğumu hatırlamıştım. Elimde bu tahta’dan yapma kamyonu sürerken, bana alınan arabaları beğenmediğim zamanları hatırlıyordum. Arkadaşlarım kumandalı arabalar sürerken, ben ucuz oyuncaklarla yetinmek zorunda kalırdım. Çok kızmıştım o zamanlar Babama. Bana almıyordu, çünkü para yoktu. Ama o an, Ahmet’le bu kamyonu sürünce hatırladım, gerçek mutluluğu. Mutluluk para değildi, bunu görmüştüm. Mutluluk herşeye sahip olmak değildi, bunu anlamıştım.

Gazze’nin parçalanmış sokaklarının gölgesinde, kan ve gözyaşının olduğu bu yerde, bir tahta kamyon yetiyordu mutlu olmak için..

Kamyonu Ahmet’in üzerinde gezdirirken, gözlerim ayaklarına gitti. Ayakkabısının her tarafı sökülmüş, içerisi yaş alıyordu. Kendi ayakkabılarıma baktım. Sıfır alınmıştı daha. Özellikle sağlam bir ayakkabı seçmiştim buralara gelmeden. Çok pahalıydı ama, savaşın ortasında olan bu memlekete gelirken dayanıklı bir şeylere ihtiyacım vardı. Buna değer diye düşünmüştüm. Oysa Ahmet’in parmakları Ayakkabısından dışarı bakıyordu. Bir onun ayaklarına, bir de benimkilere bakıyordum.

Aklıma Hamdi Abi’lerle gelen diğer Kamyon geldi. Içinde giysiler ve bir çok yeni Ayakkabı vardı. Onları henüz dağıtıma açmamıştık. Anında ayağa fırladım. Kalkışımdan Ahmet bile ürkmüştü. Başını okşayıp rahatlattıktan sonra, işaretle benimle gelmesini istedim. Ablasına doğru baktı. Hem o, hem de ablası benim yüzümü inceliyordu. Ingilizce ,, korkma Ahmet’i geri göndereceğim ,, dedim. Anladı mı bilmiyordum. Eğitimden uzak, daha küçük yaşta hayatın acıları ile boğuşan bu küçük yürekler benim konuştuğum ingilizceyi anlarlar mıydı ?

Ablası başını salladı ,, git ,, der gibi. Ben de memnun olup başımı sallayıp oda’dan çıktım. Yine o labirent gibi duran merdivenlerden inecektim. Bu sefer Ahmet’i kucağıma almak istedim düşmesin diye. Bana ,, yürü ,, işareti yaptı. Kısacası, sen kendine dikkat, bana bir şey olmaz demişti. Doğru ya, yaşı beş’te olsa, savaşın ortasında büyümüştü. Ben kim oluyordum onu koruyabilecek ? Merdivenleri indikten sonra yanıma geldi. Biraz önce çoktan büyümüş gözüken o çocuk, bu sefer elini uzattı bana, tutmamı istedi. Sanki, evimiz güvenli ama sokakta senin korumana ihtiyacım var diyordu gözleri. Elinden tuttum ve geldiğimiz sokakları aynen geri dönmeye başlamıştık.

Ahmet elimden tutarken, sekerek yürümeye başlamıştı. Etrafa gülücükler saçıyordu. Başını dimdik kaldırıp bakıyordu yanımızdan geçen insanlara. Şaşırmıştım. Daha bir kaç saat evvel, peşinden giderken, başı sürekli öne eğikti. Ara sıra o mutluluk dolu gözleri ile bana bakıp yüzümü süzüyordu.

Bana, korunma hissinin ne demek olduğunu gösteriyordu. Her bakışında daha sıkı tutmaya başlamıştım elini. Bir daha asla bırakmayacağım bu elini diye haykırmak istiyordum Gazze sokaklarına.

Hayatımda çok özel duygular yaşamıştım. Sokakları arşınlarken, tek tek aklımın içinden geçiyordu o anlar. Örneğin ilk kez sevgilimin elini tutmam. Hastane’de ablamın elimi tuttuğu anları hatırlıyordum. Ancak hiç biri benim elimi bu kadar terletmemişti. Bu kadar mutlu bir heyecan, gurur hiç yaşamamıştım hayatımda..

Nihayet yardım deposunun önüne gelmiştik. Hamdi Abi’ye Ayakkabların yerini sordum. Bana ,, içeride sol tarafta ,, diye seslendi. Ahmet’i kapının önünde kucağıma aldım ve içeri girdik. Ayakkabı kutularının önüne geldiğimizde Ahmet birden kıpırdanmaya başladı. Ben ayakkabıları görmek için heyecanlandığını düşünürken, o kutulara bakıyordu. Kapaklarını açıp kapatıyordu. Onu taburenin üzerine biraz zorla da olsa oturttuktan sonra, kutuların içinde ki Ayakkabıları sıra ile çıkartıp ayağına denemeye başladım. Bir sürü denemeden sonra sonunda sarı renkte çok tatlı bir şey bulmuştum minnacık ayaklarına uyan. Ben mutlu olmuştum ama, Ahmet’in yüzünde bir gülümseme yoktu. Tam tersine hüzünlü bir biçimde onun gözleri halen kutuların üzerinde duruyordu. Dayanamadım bu bakışlara daha fazla. Birkaç tane kutu alıp içini boşaltıp Ahmet’e doğru uzattım. O güzelim Ayakkabı’ya burun kıvıran afacan çocuğun yüzünden mutluluk akıyordu. Kahkahalar atmaya başlamıştı. Bu anı tüm dünyanın görmesi gerekir diye düşündüm. Öyle güzel bir mutluluk anlatılamazdı. Deponun içinde kutuları arkasından sürükleyen bir çocuğu izliyordum. Başka kutuları da deviriyordu yanından geçerken, hiç seslenmiyordum. Doğruyu söylemek gerekirse, merak etmiyor değildim iç dünyasını, neden kutuların peşinden koştuğunu. Ardından bakarken, aklıma sadece Christopher Lamb’ın bir kitabından şu sözleri gelmişti:

"Çocuklar sihir görürler, çünkü onu ararlar."

Çok doğru bir sözdü. Bu yaşanan ortama tam uymuştu. Biz büyükler olarak, o kadar realist olmuştuk ki yaşadığımız dünyada, hayal görmeyi bırakmıştık. Inanmayı, umut etmeyi, yalancı bir dünya olarak tabir ediyorduk. Para ile satın alamadığımız hiç bir şey gerçek ve mümkün olamazdı. Onun için Ahmet’in kutuların peşinde ne yapmaya çalıştığını bizim gibi ruhunu satmış insanlar anlayamazdı.

Ben Ahmeti uzun zaman izledikten sonra, içeriden Hamdi Abi seslendi. Yeni Kamyon gelmiş ve indirip sayımını yapmamız gerekiyordu. Bu küçük yürek ile ayrılma vakti gelmişti. Elinden tutup kapının önüne çıkarttım tekrardan. Bizim Filistinli arkadaşımız Wahab’ta kamyonun başında duruyordu. Ahmet’i görünce tanıdı ve yanımıza geldi. Başını okşadıktan sonra bana nereden tanıdığımı sordu. Yaşananları anlattım.

 

Wahab bizim yardım kuruluşumuzda çalışan Filistinli bir arkadaştı. Ve burada ki toplumun genelinden farklı olarak eğitimli, hem türkçe hem de ingilizce konuşabiliyordu. Bana döndü ve Ahmetin ailesinden bahsetti. Anlatırken gözlerinden düşen hüznü okuyabiliyordum. Ahmet’in Annesi Israil askerlerine karşı protesto esnasında öldürülmüştü. Babası ise son operasyonda zırhlı bir aracın altında kalmıştı. ,,Bilerek ezdiler,, dedi Wahab. Başımdan vurulmuşa dönmüştüm.

 

Ahmet’in elinde’ki kutulara bakarak ,, yine kutularla oynuyor ,, diye gülümsedi.  "Kutuların sırrı nedir ?" dedim. Dudaklarını büzerek, kaldırdı başını Ahmet’in yüzünden ve  " Babasının atölyesi vardı. Burada bir kaç Ayakkabıcıya bu kutulardan yapardı " dedi.

Meğer Ahmet’in babası hatalı kutuları akşam Ahmet oynasın diye eve getirirmiş. Kutuların hikayesi işte burada gizliymiş maalesef.

Wahab elinden tuttu Ahmet’in ve  " Evine götürüp birazdan dönerim " dedi. Bana mahsun gözleri ile bakarken, elinde ki kutulara sımsıkı sarılmıştı Ahmet. Ben onu arkasından izlerken, yürümeye başladılar. Wahab’ın elinden tutuyordu ama, benim elimden tutuşuna da hiç benzemiyordu. Parmaklarının ucu ile isteksiz tutuyordu. Ve her adımda bir daha dönüp bakıyordu bana, içimi delip geçerek. Bir çocuk hayal etmişti ve Allah beni, onun hayalini gerçekleştirmek için yollamıştı. Yaşananlar bundan ibaretti. Her zaman ki gibi bizler figüran olmuştuk, onlar ise baş aktör...

Demek ki sihir bende değil kutulardaymış ,, dedim kendime. Bizim göremediğimiz, görmek istemediğimiz bir sihir. Sadece bu çocukların gözlerinde canlanan..

2024-01-26 Harun Reşit Aydın

Türkler ölüyor

30 yıl önceydi. Çocuktum. Dün gibi dehşeti hatırlıyorum. Televiyzon başında Almanca okunan haber bugün bile kulaklarımda çınlıyor: ‘’Nie wieder’’ (Bir daha asla) diyordu muhabir. Bir daha asla. Ders alındı zannediyordum. Bir daha asla yabancı düşmanlığı yapılmayacaktı, bir daha yuvalar yakılmayacak,...

Harun Reşit Aydın 2024-04-07