strateji

İsveç, Nato ve İbn Haldun

Harun Reşit Aydın




“Dış politikasında ahlaki mükemmellik talep eden bir ülke, ne mükemmelliğe ne de güvenliğe ulaşacaktır” demişti Henry Kissinger bir zamanlar. Evet, dış politikada mükemmelliği aramak, özellikle de ahlaki normlar konusunda hassas olmak, çoğu zaman gerçek reel politika karşısında yenilmeye mahkum olmuştur.

Bunun en yakın örnekleri, Israil’in Filistine 3 aydır gerçekleştirdiği saldırılar karşısında, modern ve demokratik dünya olarak kendini lanse eden Batı ittifakının, nasıl iki yüzlü davrandığı ya da daha birkaç gün önce, yıllardır Suudi Arabistan’a Kaşıkçı cinayeti ve Yemen savaşındaki rolü sebebiyle Eurofighter uçaklarını vermeyen Almanya’nın, hem de Yeşiller partisi üyesi olan Baerbock tarafından, uçaklar için yeşil ışık yakmasıdır. Eğer bunlara şaşırdıysak, bunca yıldır beraber aynı dünyayı tecrübe etmemişiz demektir.

Işte tüm bu gerçekler karşısında, her ne kadar ABD ve Avrupanın eleştirileri aylardır sürse dahi,Türkiye’nin, Isveçin Nato üyeliğini belli şartlara bağlaması, günümüz dünyasının dış politikasına gayet uygundu. Kaldı ki, maalesef biz bu tür pazarlıkların defalarca muhatabı olduğumuz gerçeğini son yıllarda beraber yaşayınca, zannımca zaten bu kirli pazarlıklara ve tehditlere karşı bizim için bir tarihi fırsat oluşturmuştu. Peki biz yaklaşık iki yıla yayılan bu pazarlığın, ya da talepler listesinin ne kadarını sonunda gerçekleştirdik? Ne aldık, ne verdik?

Türk devlet geleneğinin arşiv tutma konusunda, Osmanlıdan bu yana güçlü yanları vardır. Hatta bununla ilgili zaman zaman Tarihçilerimiz de övünür ve eski vergi defterleri üzerinden örneklendirir. Ancak yine aynı o geleneğin içerisinde batı dünyasından farklı olarak, her konunun ‘’sır’’ gibi saklanması, hatta hiçbir zaman açılmaması, şeffaflık konusunda bizi diğer ülkelerden ayırmaktadır.

Örneğin 20-30 yıl sonra, bu belgelerin hiç biri topluma açılarak, kendilerinin fikir sahibi olması sağlanmaz, sır aslında sır olmaktan çıkmış olsa bile, sır olarak kalır. Onun içindir ki, Isveç bugün bizim sayemizde NATO üyesi olsa da, biz, bize söylenilenin aksine, gerçek manada tam olarak ne olduğunu asla bilemeyeceğiz. 

Bu da beraberinde komplo teorilerini, tek taraflı yazılmış ve doğruluğunu asla teyit edemeyeceğimiz, muhataplarının bir çoğu vefat etmiş hatıra kitaplarını değerlendirerek, kendi başımıza meçhul bir doğru peşinde yıllarca koşacağız.

Ancak en azından olaylar silsilesini uzaktan takip edebildiğimiz kadarıyla, kendimize göre, (bazen de ne yazık ki siyasi ideolojilere saplanmış bir şekilde), değerlendirmeye çalışıyoruz.

İki yıl önce çıkmış olduğumuz bu yolda, onlarca teröristi iade etmesini, PKK protestolarını durdurmasını, Kuran yakmayı yasaklamasını ve silah ambargosunu kaldırmasını istediğimiz Isveçin, bugüne dek bazı kanuni değişiklikler yapması ve ambargoyu kaldırmasından başka pek bir performans göremedik. Buradan bakınca elbette öyle görünüyor, ama önümüzdeki günlerde belki de tesadüfen de gelişmiş olsa, bir çok olaylar buna bağlanarak, başarı ya da başarısızlıklar, günlerce değerlendirilecektir.  

Yıllarca batı ve doğu arasındaki farkları konuşurken, hem kendi aramızda, hem de batıdan bize doğru bakış açısında, sanki kurallar silsilesine bağlı kendileri, şark ise bir nevi pazarcı çocuğu olarak tarif edilen, oryantalist anlatımlar vardır. Ancak bu doğru değildir, sadece pazarlığın nasıl işletildiği ile ilgili farklar vardır. Batılılar, özellikle de Avrupalılar, pazarlığa oturmadan önce, kendi zaafiyetleri üzerinden bir hesaplama yaparak ‘’verilecek ve verilemeyecekler’’ listesi üzerinde uzlaşarak masaya gelirler. Masaya oturulduğu zaman, gayet nettir kafaları ve bunu sonuna kadar bir disiplin içinde yürütürler.

Bizde ise maalesef, o kadar çok isteklerimize dair şartlanma vardır ki, karşı tarafın aslında neyi vermeye hazır olduğunu göremez ve onların o dramatik bir şekilde başlarını öne eğmesini, utangaç hallerini, bir aşağılık durumu, kaybediş zannederek, kartlarımızı artırdıkça artırır, bir müddet sonra o listenin içindekileri kendimiz dahi unuturuz. Halbuki, karşı tarafın istediği de tam budur.

Sizin aslında elinizdeki kartları bilerek, bunlardan doğruları çekmeniz karşısında mecburi olarak vermek zorunda kalacakları tavizleri iyi bilirler, hatta sizi çok iyi bilirler ve ona göre davranarak sizin sürekli el artırmanızı isterler, bu sayede konu zamana yayılarak, asıl hedeften uzaklaşılmış olur. Aslında bu davranışları tamamen bir oyundan ibarettir. Sonunda bizler paniğe kapılarak, bu saatten sonra artık ne alırsam kardır, olan olmuştur diye, aslında en başta her hangi bir şart olmadan size vereceklerini, önünüze nimet olarak sunar, kazanmalarına rağmen sizi galip ilan eder, biz de aldığımız ile kendi aramızda gurur duyarız.

Aylar öncesinde bu pazarlık başladığında, ‘’Bakın Isveç daha biz onay vermeden üye olmuş gibi davranıyor, henüz daha Türkiye gibi onay vermeyen ülkeler olmasına rağmen, ilk telefon görüşmelerini ve buluşmalarını ABD ile yapıyorlar. Bu iş sonunda dönüp dolaşıp ABD’nin kucağına düşecek ve bizim zaten almamız gereken F-16lar bize onay şartı ile verilecek, aman biz buna düşmeyelim. Meseleyi Isveç ile aramızda halletmeliyiz ve bunu onlara inatla hissettirmeliyiz’’ dememe rağmen, korktuğum kısaca başımıza sonunda gelmiş oldu.

Ama en önemlisi dış diplomasi de, bir pazarlıkta üstün el sizseniz, yani karar sizin dilinizin ucundaysa, karşı taraf ne kadar güçlü olursa olsun, alacağınız çok basit bir şey olsa dahi, ağırlığınızı kaybetmemeniz ve özellikle sonunda prestij noktasında galip gelenin siz olduğuna inandırmak için, ilk hamleyi asla yapmamanız gerekir. 

Maalesef, iki yılın sonunda, ilk onay bizden geldi ve yaklaşık 800'den fazla günden sonra F-16 onayı verildi. Bunu da profesyonel bir biçimde Isveç meselesine bağlayarak, sanki büyük bir lutüf vermiş gibi gözüktüler.

Bu saatten sonra, olası bir Suriye operasyonu yaptığımızda, Kongrenin ortak kararı ile tekrardan ambargo, prosedür gereği zorda olsa uygulanabilir, bunun önüne hiçbir şey geçemediği gibi, Isveçin NATO üyeliği gerçekleşmiş ve bir daha geriye dönüşü olmayacaktır.

Kısacası, teröristleri Stockholm’den istediğimiz o günden beridir,  Filistin meselesi, AB üyelik müzakereleri, Gümrük Birliği güncellemesi, Vize serbestisi, Kuran yakmalarının önüne geçilmesi, ABD’nin Kuzey Suriyeden çekilerek YPG’yi teslim etmeleri, bunların hiç biri maalesef gerçekleşmemiştir. Hatta normal şartlarda resmi talepte nihayet bulunsak, biraz doğru baskıyla alabileceğimiz Eurofighter uçakları dahi sürüncemeye girmiştir.

Bu gerçekler ışığında şu soru aklımıza gelmiyor değil:

‘’Attığımız taş, ürküttüğümüz kuşa gerçekten değdi mi?’’

Umarım öyledir ve umarım önümüzdeki günlerden itibaren sıkça kullanılacak olan: ‘’Devletin bir bildiği vardır’’ sözleri gerçektir. Devletimiz umarım bilmiştir. Aksi takdirde, Mavi Marmara meselesinden beridir zincirleme şekilde devam eden, kartlarımızı karşı tarafa gösterip, ancak neredeyse hiç birini bugüne dek kullanmamamız, bizi dünyadaki diğer ülkeler nezdinde artık kolayca tehdit edilebilir bir ülke haline getirmez. Çünkü oradan artık pazarlık çıkmaz, sadece daha fazla köşeye sıkışma ve sonunda kaçınılmaz hale gelebilecek bir savaş çıkar. 

İbn Haldun der ki:

‘’Tarih boyunca birçok ulus fiziksel yenilgilere uğradı, ancak bu hiçbir zaman bir ulusun sonu olmadı. Uluslar ancak, psikolojik bir yenilgiye kurban gittiğinde yok olmaya başlar.’’

2024-01-30 Harun Reşit Aydın

Türkler ölüyor

30 yıl önceydi. Çocuktum. Dün gibi dehşeti hatırlıyorum. Televiyzon başında Almanca okunan haber bugün bile kulaklarımda çınlıyor: ‘’Nie wieder’’ (Bir daha asla) diyordu muhabir. Bir daha asla. Ders alındı zannediyordum. Bir daha asla yabancı düşmanlığı yapılmayacaktı, bir daha yuvalar yakılmayacak,...

Harun Reşit Aydın 2024-04-07