Geçen günlerde Türkiye, 72 yıllık NATO üyeliğinin yıldönümünü yaşadı. Neredeyse bir asır batı ittifakının içinde yer alan bir ülke için, az bir süre olmadığı gibi, artısı, eksisi, çok fazla tecrübe kazandırmakla birlikte, faydası ve zararı bugüne kadar çok tartışılmıştır.
Stalin döneminin tehditkâr Sovyetler Birliği gerçeğinden, o dönemki fakir, savaş sonrası Türkiye’yi, eksik ekipman sıkıntısı da göz önüne alındığında, siyasi ve askeri bürokrasi, NATO’ya dahil olarak bertaraf edebileceğine inanmış ve bu doğrultuda günümüze kadar gelmiştir. Ancak çok uzun birliktelikler, beraberinde birçok aile içi çatışmayı, anlaşmazlıkları ve hatta bazen düşmanca tavırları getireceği de şaşırtıcı olmamıştır.
Malumunuz, özellikle Kıbrıs Barış Harekâtı dönemi ilk kez batılı müttefiklerimiz ile yaşadığımız çatlaklar, daha sonra 90’lı yıllarda terörle mücadele kapsamında yeterli ekipman desteği görmememiz, Irak savaşı ve Çuval krizi, Arap baharı, Suriye operasyonları sonrasında ardı arkasına gelen silah ambargoları ve Suriye’deki terör örgütlerine destek, işi epey bir çığırından çıkartmıştır.
Buna rağmen ittifakta ısrar edilmesi, elbette dünyanın şu dönemde içinden geçtiği, tehlikeli çok kutuplu yapıya doğru evrilmesi, ön görülemez gelecek tahminleri, halen mevcut olan eksik silah sistemleri ya da teknolojileri hakkında tecrübe ve destek alma isteğimiz, ama aynı zamanda, on yıllardır beraber çalıştığımız, alıştığımız, çok da ayrılmak istemediğimiz eski dostların bizi bir gün anlama ihtimali, keskin kararlar vermemizi engelliyor.
Olası bir ayrılma durumundaysa, Ermenistan, Güney Kıbrıs gibi yapıların hızlıca üye yapılma tehlikesi ile Yunanistan’ın çok daha şımarıkça tavır alabilme kapasitesi, ayrıca bulunan risklerden sadece birkaç tanesidir. Askeri doktrin değişimi için gereken milyarlarca dolar bedelden ve yıllar sürecek zamandan hiç bahsetmiyorum bile…
60 ve 70’lerden itibaren önce sol gruplar içerisinde, 80’lerden sonra ise, İslamcı, Sağcı, Ulusalcı ya da Milliyetçi çevreler içerisinde, ABD ve NATO karşıtlığı gittikçe artmaya başlamıştır. Bunda bizim de iç politikaya yönelik bazen popülist söylemlerde bulunmamız sebep olsa da tek başına buna bağlamamız, ancak ülkemizde biraz daha hayalci tarafta yer alan liberallerin fikri olabilir.
Elbette bunun sebepleri arasında Aslan payının, başta NATO’nun lideri konumundaki ABD ve bazı Avrupalı ülkelerin bize karşı negatif tavrı olduğu açıkça bellidir. Bize göstermiş oldukları tavır, maalesef iş Almanya, Hollanda, İsveç gibi ülkelere gelince, bugüne kadar gösterilmemiştir. Çünkü bu ülkelerin hiçbirinin komşusu bizim gibi dünya ile problemli bir Iran, geniş petrol havzaları olan Irak, Ortadoğu’nun geçiş güzergahı olan Suriye, ya da sahip olduğumuz Boğazlar, Rusya gibi komşular ve bugün Çin’in resmen yararak geldiği ‘’Bir kuşak-bir yol’’ projesi üzerinde yer alan Ermenistan-Azerbaycan çatışması değildir.
Dolayısıyla, kendilerine uzak ve birincil tehlikede bulunmayan bu bölge üzerinde, neredeyse bütün güçlü NATO ülkelerinin bir iştahı ve ulusal çıkarı olduğunu bildiğinizde, neden Türkiye onlar için problemli ve anlaşılamaz bir ülke, ya da neden hep biz dışlanıyoruz, baskı altına alınıyoruz, daha iyi kavrayabiliriz.
Yıllar önce görevdeyken, beraber çalıştığım Amerikalı Albay’a (daha sonra Korgeneral olarak emekli oldu) sorduğum ‘’Türkiye nasıl bir müttefik’’ sorusuna: ‘’Türkiye’nin müttefikliği ve dostluğu, tıpkı komaya girmiş çok sevdiğiniz bir akrabanızın, ya da arkadaşınızın, Türkiye adında bir yaşam ünitesine bağlı olması gibidir. Fişini çektiğinizde, ABD ve NATO’nun neredeyse tüm Ortadoğu ve Kafkasya bağlantısı ölür, Avrupa ise tehlikeye girer. Çekmediğiniz durumda ise, sevdiğiniz kişi, sürekli bir acı ve ızdırap çeker. Ne sizle ne de sizsiz olmuyor’’ demişti. Buna o zamanlar gülümsediğimi hatırlıyorum.
Ancak yıllar geçtikçe ve bölgemizin jeostratejik haritası şekillenirken, aslında bizim batılı müttefiklerimiz ile ilişkimiz, bu örnekten çok da uzak olmadığı ortaya çıkmıştır. 72 yıl içinde sadece karşılıklı bağımlılık kurulmamış, aynı zamanda birbirini yaşam ünitesine bağlayan mecburiyetler meydana getirerek, müttefikliği tehditkâr, vaz geçilemez bir ‘’var olma’’ noktasına taşımışız.
Bunu bildiğiniz takdirde, sizi yurtdışında birilerine havale ederek yazdırdıkları ‘’NATO should kick out Turkey’’ (NATO Türkiye’yi müttefiklikten atmalı) gibi popülist, gerçeklikten uzak yazılar aldatmamalıdır. Ya da zaman zaman, bazı eski ya da şu an aktif ama etkisiz yabancı siyasetçi, bürokrat gibi kişileri, kimsenin umursamadığı düşünce kuruluşlarında konuşturarak, Türkiye’nin ne denli tehlikeli olduğunu anlattırdıklarına inanmayın. Bunlar dönemsel olarak, çıkar odaklı, kısmen kamuoyu oluşturmak, siyasi olarak belli mesajları vermek için kullanılır.
Mantıklı olun, herhangi bir yazar, ya da kendine akademisyen-stratejik yazar diyen şahıslar, her ne kadar bazı konularda eleştirisel yaklaşması doğal olsa da, eğer bunu günübirlik, uzun yıllar hiç değiştirmeden, aynı konu ekseninde yapacak olursa, ya bunların ciddi ruhsal problemleri vardır, ya intikam peşindedirler, ya da ceplerini dolduran, karanlık abileri vardır. Yani ciddiye alınacak projeler ve fikirler asla değillerdir.
Tekrar konumuza geri dönecek olursak, Türkiye’nin NATO’da bulunması ya da bulunmaması kararı, bizim birlik içindeki yaşadığımız bazı haksızlıklar, üç beş tane yazar müsveddesinin fikri, ego tatmini yapan sosyal medya fenomenlerinin yazdıkları ile ilgili değildir. Bahsettiğimiz alan, uluslararası ilişkiler noktasında ‘’Hard Realpolitik’’ dediğimiz, çok acı, sert, hiçbir duygunun olmadığı, global ve jeopolitik olarak ülkelerin her ne pahasına olursa olsun ulaşmaya çalıştıkları, ulusal çıkarları ilgilendiren konulardır ve şaka götürmez.
Bugün ‘’NATO’dan hadi çıkalım’’ dediğinizde, güzel bir pankartla Sultanahmet meydanında sükseli bir protesto yaparak kendinizi rahatlatabilirsiniz. Ancak sizin sofranıza gelen ekmekten, güvenlik sorunlarınıza kadar, aslında iç politika sorunu zannettiğiniz meseleler, duygusal ve politik bir karar sonrası nasıl ortadan kaybolabiliyor ve hayat kaliteniz 24 saatte, nasıl altüst oluyor inanamazsınız. Çünkü bahsettiğiniz alan, savaşlardan mülteci akınlarına, ekonomik bağımlılıklardan, kullandığınız silahlara, diplomatik can alıcı ikili ilişkilerden, izolasyon politikalarına kadar, binlerce parametresi olan bir mevzudur.
Tabii ki dünya tarihi birçok ittifakların kurulup dağıldığını görmüştür. NATO’da ebediyete kadar sürecek değil, bu doğanın akışına aykırı bir durum olur. Ama önce, bizim soğuk savaş döneminde ve akabinde gelen asimetrik savaşlar dünyasında ihmal ettiğimiz uzun vadeli plan yapmanın, nasıl aleyhimize işlediğinden örnek çıkartarak, artık adım adım gücü erimeye başlamış , demografik ve ekonomik olarak zayıflayan batı dünyasından ders alarak, yavaştan ilerlediğimiz çok kutuplu dünya düzenine geçmeden, çok sıkı hazırlanmamız gerekir.
Bunu yaparken de, öyle büyük, hazır olmadığımız ‘’NATO’dan çıkalım’’ sloganlarını bir müddet rafa kaldırarak, olabildiğince ekonomik bağımsızlığımızı kazanmak, askeri gücümüzü artırmak, çoklu planları cebimize koyarak, batı ve doğu dünyasından ne kadar bilim ve teknoloji varsa, alabildiğimiz kadar alabilmek, en akılcı yöntem olur. Bugün karşısında net bir alternatifi olmayan ve halen dünyanın en güçlü askeri birliği NATO’nun, yerine bir şeyler koyamadan, Rusya ve Çin’in ne tarafa doğru savrulabileceği ön görülemezken, ortada kalmak, bir anda denizi geçerken, derede boğulmak, en hafif tabiri ile saflık olur. Kaldı ki, etrafımız farklı paktlar tarafından ikili, üçlü olarak sarılmışken, akıl karı hiç değildir.
Kısacası, NATO’dan ayrılmak, günah ya da yasak değildir. Sadece günü geldiğinde nasıl biz bu pakta dahil olduysak, doğru konjonktürde, buradan ayrılarak, başka ittifaklara da dahil olabiliriz. Ancak, 72 yıllık ABD-NATO ortaklığı acı bir şekilde şunu bize kesin olarak öğretti:
Bir daha neresi olursa olsun ister tek başımıza ister ittifak dahilinde, kendi kendine yetmez, doğru planlamalar yapmaz ve hazır olmazsan, senin gözünün yaşına kimse bakmaz. Ne Rusya ne Çin ne Hindistan, ancak bir boyunduruktan diğerine geçersin, o kadar. Ve sanırım, 2030’lu yıllar itibarıyla, altın yıllarını yaşama ihtimali en yüksek ülkelerden birisi olan Türkiye’nin vatansever evlatları, bir 100 yıl daha bu prangalar ile yaşamak istemez.
Dikkatli, zeki, erdemli ve tutarlı dış politika şart!
‘’Soru bugün ne yapmamız gerektiği değil, yarın daha iyi ne yapabileceğimiz olmalıdır’’
2024-03-01 Harun Reşit Aydın